Skip to main content

Plan – Pilav ve Piyasa Ekonomisi

Serbest piyasa ekonomisinin karşıtı, planlı ekonomidir, başka şey değil… Piyasaya; devletin tekellerinin veya bir başka merkezi otoritenin makro plana dayanmayan müdahaleleri durumunda, herhangi bir sistemden söz edilemez çünkü. Ortaya çıkacak olan, sistemsizlik ve hatta ekonomik anarşidir.

Yani ya arz-talep mekanizması ya da makro bir plan. Ben, bir üçüncü yol bilmiyorum…

1960’lara doğru Türkiye’de plan mı yoksa pilav mı tartışmaları vardı. Sanki, çelişen şeylermiş gibi. Oysa ki, plan isteyenlerin amacı zaten, daha çok daha bol pilavdı…

Ve ekonominin yarısından fazlası, devlet denetiminde olan,
o zamanki Türkiye’de makro plan yanlısı olmak, doğru ve doğaldı. Seçim; kişilerin politik tercihleri ile bilimsellik arasındaydı. Yoksa, serbest piyasa ile devletçilik arasında değil.

Pragmatik Devletçilik

Zaten, bizim devletçiliğimiz de zorunluluktan kaynaklanan, ideolojik değil, pragmatik bir devletçilikti ve amacı, sınıfsız bir toplum yaratmak değil, milli bir burjuva sınıfı yaratmaktı…

Günümüz dünyasında planlı ekonomiler, geçmişte büyük işler başarmış da olsalar, geçerliliklerini yitirmiş gibi. Dev boyutlara ulaşan ekonomiyi artık, emredici bir makro planla, merkezden yönetmek olanaksız. Özellikle, globalleşme denilen olgu karşısında, yani sermayenin artık ne milliyeti ne de milli pazarı kalmamışken, devletçilik ve planlı ekonomi nasıl savunulabilir, ben bilmiyorum.

Mümkün müdür, tüm dünya ekonomisini tek bir merkezden planlamak?

Bu gelişme, insanlığın hayrına diye düşünüyorum, çünkü demokrasinin hayrına.

Vahşi Kapitalizm

Çünkü planlı ekonomi, otoriter-totaliter siyasal sistemlerin ekonomik sistemidir. Serbest piyasa ekonomisi ise, demokrasinin ekonomik sistemi. Yanlış anlaşılmasın, vahşi kapitalizmden söz etmiyorum, o da faşizmin ekonomisidir…

Türk devletçiliği de işlevini tamamlamış görünüyor. Yeterli sermaye birikimi sağlandı, bırakınız milli burjuvayı, uluslararası girişimcilerimiz ortaya çıktı. Çok uluslu şirketlerle bütünleşme, hızla sürüyor.

Artık gündemde, devletçilik ve makro plan tartışmaları değil, rekabetin korunması, tüketicinin korunması, doğanın korunması var. Bunlar korunsun ki serbest piyasa ekonomisi yerine, vahşi kapitalizm gelmesin.

Liberal ekonomi; demokrasinin ekonomik sistemi. Anayasamızın öngördüğü, “sosyal hukuk devleti” için, devletin, nerelere nasıl ve ne miktarda girmesi gerektiğini tartışmak ise, liberal ekonomiyi bozmaz elbette. Aksine, demokrasiyi güçlendirir.

Tarıma Makro Plan

Bir de plan kavramını, planlama kavramını, tümüyle silip atmayalım. Liberal ekonomide bile onların da yeri var. Emredici değil, yol gösterici ve özendirici olmak koşuluyla liberal ekonominin de plana gereksinimi var. Emredici değil yol gösterici özendirici bir makro plana en çok tarımımızın gereksinimi var.

Hangi ürünün, nerede, ne zaman, ne miktarda ve nasıl üretilmesi gerektiğini bilmek için, desteklemeyi, politik tercihlere değil, bilimsel temellere dayandırmak için var. Türkiye, daha çok buğday daha çok et ve süt istiyor…

Gazete Ege, 16 Aralık 1996

Yaya Geçitleri

İzmir’de yayalar için, en tehlikeli yerler yaya geçitleridir. Yaya geçidi dışında, ezilmemek için önlem alırsınız da geçitte, yeşil ışığa güvenirsiniz. İşte o zaman vay halinize. Ben bu güven duygusunun cezasını, hem de bir-kaç kez, canımla ödemekten zor kurtuldum. Lütfen, trafiğin yoğun olduğu gün ve saatlerde, Göztepe girişindeki trafik lambalarını biraz seyredin. Kırmızı ışıkta durduğu için kaç aracın, arkadan şiddetli darbe almak suretiyle cezalandırıldığını, gözlerinizle görmek için fazla beklemeyeceksiniz.

Bütün uygar ülkelerde sarı ışık “lütfen yavaşlayın, kırmızı ışık geliyor” anlamında algılanır. Biz de ise, “kırmızı ışık geliyor, gazı kökleyin” demektir. Büyük çoğunluk zaten sarıdan kırmızıya geçerken değil, resmen kırmızı yanarken, fütursuzca basar geçer. Bunların çoğu, özellikle de kamyon kullananları, tam lombrozzo tipleri. Ama kimilerinin altında, son model Mercedes var. Kır saçlı, efendi yüzlü. Belli ki; okumuş yazmış adam. Siyasi durumumuzu değerlendirirken, ikide-bir “Biz adam olmayız kardeşim!” demiş gibi bir hali var. Haydi ordan maganda sen de.

Çinli’nin birini, trenin yararına inandırmak için vakti zamanında; “Bir haftada gittiğin yere, trenle bir günde gideceksin” demişler. İşte yanıt: “Peki ben geri kalan altı günde, ne yapacağım?” Acaba bizim kırmızı ışık magandası, kazandığı beş dakikada ne yapıyor. Dostoyevski okuyor, herhalde.

Muğla’da yaşadığım günlerde, Muğla-Akyaka arasında sıkça araba kullandım. Çılgınca kullandığımda kazanabildiğim süre, en çok on dakika olmuştu.

Bu kadar çok magandanın araç kullandığı ortamda bence yaya geçitleri, alt veyü üst geçit biçiminde olmalı. Gerçi, üst geçitin hemen yanı başında, üstelik orta refüjdeki yüksek demir parmaklıklardan atlayarak karşıya geçmeyi yeğleyen pek çok hemşerimiz var ama, biz yine de kullanmak isteyenler için yapalım. Alt geçitlerin, tehlikeli birer serseri yatağı olacağı da düşünülebilir ve önlem alınmazsa bu görüş doğrudur da. Konak vapur iskelesi önündeki öyle oldu mu?

Yanlış yerlere yapılan, çirkin üst geçitlerin, kentimizi çirkinleştirme olasılığı da vardır. Biz de doğru yerlere, güzellerini yapalım. Cami Sokağı diye bilinen, Güzelyalı’nın 56. sokağı üzerinde ana okulu, ilkokul ve lise var. Üstelik bu sokak, İnönü Caddesi ile Mithatpaşa Caddesi arasındaki en önemli bağlantı yolu. Hergün binlerce çocuk bu sokağa girip çıkabilmek için İnönü Caddesini geçiyor. Geçtikleri nokta, Hıfzısıhha kavşağı. Yani, Amerikan Koleji önünden gelen yokuşun devamı. Freni patlayan bir araç, o da orta refüjdeki demir parmaklıklara yaslana yaslana ancak yüz metre ötede durabilir. Nitekim, bir belediye otobüsü, ölümlü bir kaza yapmıştı…

56 Sokağın ağzına, okullar açılmadan bir üst geçit gerek.

Güzelyalı üst geçidi hem güzel oluyor hem de büyük yarar sağlayacak. Kopmuş olan halk, deniz bağlantısı yeniden sağlanacak. Arabalı vapur yolcu sayısında bile patlama olur sanıyorum.

Vapur iskelesi de bir an önce yapılsa da çayımı yudumlaya yudumlaya, Karşıyaka’ya gidip dönsem, sırf keyif için…

Gazete Ege, 25 Ağustos 1997

Defne

Adını ben koydum: Defne… Ateş gözlü, güleç yüzlü, güzel yeğenim benim. Ilıca’nın deniz kızı o…

Henüz on yaşında ama şiir bile yazıyor:
“Günaydın demeden başladı gün,
Bir de bakmışsın, bayram gelmiş.”

Bin dokuz yüz seksenlerin bir yarısında, geçimimi, ticaretten kazanmak zorunda bırakılmıştım. Malum mesele: 1402. Mehmet Özavcı ile birlikte Muğla’da kurduğumuz şirketin ünvanı da Defne.

Yani ben defneyi çok seviyorum. Tıpkı; zeytini, inciri ve üzümü sevdiğim gibi. Çünkü onlar, Ege’nin, Akdeniz’in simgesi ve ben, Ege’yi çok seviyorum. Bir Akdenizliyim ben. Efes ve Bergama uygarlıkları bizim. Güzel Helen’i biz kaçırdık Atina’dan, Truva bizim. Benim çocukluğumda, İzmir’den Aydın’a kadar her yer incir bahçeleri ile kaplıydı. Annem yerlere kadar uzun beyaz sakallı evliyayı, bir yaz gecesi, Söke’de bir incir ağacı altında yatarken görmüş.

İncir bahçeleri yerlerini, pamuk tarlalarına bırakmış. Pamuk daha çok para getiriyor diye. Pamuk tarlalarına da Virginia tütünü ekilirse hiç şaşırmayacağım. Pamukçu da zorda şimdi.

Sultaniyeyi, yaş üzüm ihracatı kurtardı. Hormon sayesinde tabii. Aslında üzüm şanslı. Asma arsız bir bitki. Çabuk büyüyor. Ne demiş zaten: “Bana sarılacak yer gösterin, Ay’a uzanayım.”

En geç büyüyeni, zeytin ağacı, verim için elli yıl gerekiyor. Ama en uzun yaşayanabileni de o. Bin yıl yaşayabilir, bırakırsanız. Bırakmıyoruz ki yaşasın: Kökleyip kökleyip, çirkin villaları konduruyoruz yerlerine. Acaba, kutulu zeytin yağı satabilseydik yurt dışına, böylesine kolay yok edilirler miydi?

Defne; hüdai nabit, kendiliğinden yetişiyor yani. Ya makilik alanlarda yetişiyor ya da güzelim kızıl çamlarla, kara çamlarla birlikte. Bakım falan da istemiyor. Ama yine de çok değerli. Değerli olmasa, Roma imparatorlarının başını süsler miydi, taç niyetine.

Kimya ve ilaç sanayiinde kullanılıyor. Ben ise, balık pişirmede kullanıyorum. Kefal pilaki, defne olmaksızın, pişirilemez… Izgara, “kömür ızgara tabii”, yaparken çipuranın karnına bir kaç yaprak defne koymayı bir deneyin. Parmaklarınızı yersiniz… Yazlık siteler, defneyi de katlediyor ama, esas katili orman yangınlarıdır. Her yıl, binlerce çam ağacı yanında, defne de yanıp gidiyor. Egeli ozan, Egeli romancı çoktur da Ege’nin ozanı, romancısı pek yoktur. Umarım Defnem, büyüyünce ne iş yaparsa yapsın, şiir yazmayı sürdürür.

Umarım Defne, incirin, üzümün, zeytin ağacının ve defnenin şiirini yazar. Ege’nin şairi olur yani. İşte bu yüzden adını Defne koydum.

Gazete Ege, 21 Ekim 1996