Skip to main content

Müfettiş

Gogol’un müfettişi değil, sözünü etmek isteğim, Cumhuriyet’imizin müfettişleri elbette.

Aslında, müfettiş yerine “denetim görevlisi” demek daha doğru. Murakkıp, kontrolör, uzman, denetçi sıfatı taşıyıp, müfettişlerle benzer işi yapanlar da çoktur, devlet yapımızda.

Eniştem, teyzemin kocası, “Hesap Mütehassısı” idi ve beni işyerinin bulunduğu, İstanbul Karaköy’deki o kasvetli, fakat saygı uyandıran, ağırbaşlı Maliye binasına ilk götürdüğünde, altı yaşındayım. Lacivert çizgili elbiseli, bakımlı ve ölçülü bıyıklı, çoğu gözlüklü, asık suratlı adamlardan beni sevdikleri halde ürkmüştüm. Hesap mütehassısları sonradan, “Hesap Uzmanı” adını aldılar. Yıllar sonra ben de “Hazine ve Kambiyo Kontrolörü” oldum. Birinci tercihim olan “Maliye Müfettişliği” kardeşime kısmetmiş…

Şimdilerde, memur olmak da bayağı zorlaştı. Ancak, müfettiş olabilmek, her zaman çok zordur. Giriş sınavının “yazılı”sını kazanmanız gerekir öncelikle. Sonraki “sözlü”yü kazanmak için ise, salt bilgi yeterli olmamıştır. Gizli soruşturma yapılır, ahlaki özellikleriniz, aile yapınız (yoksul olması sorun değildir) araştırılır. Bilgi kadar “temsil” yeteneğiniz de önemlidir.

Ardından, büyüteç altında yaşanan üç yıllık bir “muavin”lik dönemi ve sonra “ehliyet” sınavı.

Muavinler ve kıdemsiz müfettişler eskiden, her yaz mutlaka, Anadolu’nun bir kentine, dört ay ama mutlaka dört ay süren bir “turne”ye giderdi. Kıdem arttıkça turne süresi azalır ama bir ayın altına da hiç düşmezdi. Emekliliği gelen bir müfettiş, neredeyse tüm yurdu gezmiş olurdu. Turne, adeta askerlik görevi gibi kutsal, bir görevdi ve kaytarmak isteyene iyi gözle bakılmazdı. Devletten ayrılıp özel sektöre geçmek isteyene bile iyi gözle bakılmazdı. Hele bir de o kuruluşta, yıllar önce bile olsa bir de denetim yapmışsanız…

Ben, hırsızlık yapmış, rüşvet almış bir müfettiş, hiç duymadım. Onlara çay-kahve ısmarlamak bile zordu.

Masa memurlarından avantajlı yanları da vardı elbette. “Yevmiye sayesinde müfettiş maaşı aynı kıdemdeki memur maaşının iki katını biraz geçerdi. Ancak yevmiye, devamlı geziyor olmanın bedeliydi. Daha önemli olanı ise, bir yıllık yurt-dışı geçici görev. Türkiye’de pek az şeyin üretilebildiği geçmiş dönemlerde, araba bile getirebilirdiniz, bir yıllık bu görev dönüşünde. Pek çok müfettiş, yurtdışından, arabadan da değerli bir şeyle, yabancı dil bilgisiyle dönmüştür. Devletin esas amacı da buydu zaten…

Devlet geleneği açısından dünya sıralamasında, en başlarda yer alırız, kuşkusuz. Bu özelliğimizin oluşmasında; teftişin ve müfettişin payı çok büyüktür.

Ancak, benim kanımca, teftiş kurullarının esas işlevi; devlete, onurlu dürüstlüğü asla tartışılamaz, bilgili ve görgülü, yönetici kadrolar yetiştiren, birer okul olmalarıydı.

Bu okullara şimdilerde, belki eskisinden de çok gereksinim var. Devleti; “devlet adamı olsun” diye yetiştirilenlere emanet etmekten korkmayalım…

Gazete Ege, 29 Eylül 1997

Yeşili ve Maviyi Öldürmek

Demokrasiyi güçlendirmek için, yerel yönetimleri de güçlendirmek gerek.

Belediye başkanlarının yetkileri, kimi konularda, gerçekten yetersiz. Oysa ki yeşili ve maviyi öldürme konusunda yetki sanki sınırsızmış gibi görünüyor. Yoksa kıyılarımız böylesine yağmalanır, büyük kentlerimiz, birer beton yığınına dönüşür müydü?..

Çocuk olduğum çağlarda, çocuk olacağıma, belediye başkanı olsaymışım; İzmir Körfezi, Çin Seddi ile çevrili olmazdı. İmbat rüzgarı, sokak aralarında dolaşıp çocuk saçlarını okşamayı sürdürürdü. Karşıyaka yalısı doldurulmamış olduğu için, fırtınalı havalarda dalgalar, evlerin kapılarına kadar ulaşırdı ama, güzelim parke yollar, asfalt kaplanmadığı için, en küçük yağmurda bile, ortalığı sel almazdı…

Ben başkan olsaydım eskiden, deniz kıyısına fabrika kurulmaz, fabrikalar atıklarını, Körfez’e ulaşan çaylara derelere boşaltamaz ve “İzmir’in denizi kız, kızı deniz kokar”dı.

Çocukluğumun tüm ara sokaklarında bile, çokça bulunan, dut ağaçlarından, akasyalardan, bir teki bile kesilebilemezdi. Benim çocuğum da ağaca tırmanıp, dalından eliyle kopardığı eriğin tadını tatmış olurdu.

Karşıyaka yalısındaki atlı tramvay, Üçkuyular-Konak arasındaki tramvay, yolcu taşımayı sürdürür, insanlar, otobüsten çok, vapura ve trene binerdi. Ben çocukken Karşıyaka -Alsancak arasında, hiç otobüse binmemiştim, hep vapurla gider-gelirdik.

Benim çocukluğumda, Küçük Yamanlar yanındaki bütün tepeler bomboştu. Turan sırtlarına kil toplamaya gider, kil ocaklarımız için, başka mahalle çocukları ile taş savaşlarına tutuşurduk. Karşıkaya’nın çapkın delikanlıları, sevgililerini hiç çekinmeden, Küçük Yamanlar korusuna götürürlerdi.

Çocuk olacağıma, başkan olsaydım ve benden sonra başka çocuklar da başkan olsaydı, belki de Karşıyaka’nın arkasındaki bütün dağlar-tepeler, Kadifekale ve Susuzdede civarı, hep ormanlarla korularla kaplı olurdu…

Benim çocukluğumda, incir-üzüm, pamuk-tütün tüccarı ya da banka kambiyo müdürü, çoğu Rum, Yahudi ve Levanten varlıklı kimseler, öğle yemeği için Bayraklı vapuru ile Bayraklı iskelesi civarındaki yazlıklarına giderdi, sıcak yaz günlerinde. Bütün Körfez boyunca denize girilir, çipura dahil, her cins balık tutulabilirdi.

İzmir Fuarı, çoktan Çakalburnu-İnciraltı arasına taşınmış, Kültür park içindeki yapıların tamamına yakını yıkılarak gerçek bir parka dönüştürülmüş olurdu. Metropol alan içinde Kültür Park’tan küçük olmayan en az iki park daha yapılırdı…

Koruyabilseydik Körfez’i eğer, koruyabilseydik İnciraltı plajlarını; Çeşme’nin serin sularına, otoyol döşememiz gerekmeyecek ve öncelik İzmir-Ankara veya İstanbul yollarına verilecekti. Elli yıl önce yapılmış olması gereken Sabuncubeli düzenlemesini henüz şimdi gerçekleştirenlere teşekkürler sunuyorum.

Benim çocukluğumda, çevre bilinci yoktu. “Deniz pislik tutmaz” sanılırdı. Bu yüzden eski başkanları, bir ölçüde mazur görmek mümkündür. Görelim görmesine de onların yanlışlarını emsal gösterip, yeni yanlışlar yapmayalım artık. Çin Seddini örnek gösterip yeni Çin sedleri yapmak peşine koşmayalım. “Batıldan emsal olmaz” kötü örnek örnek değildir yani…

Yaşam, denizlerde başladı. Deniz de toprak kadar değerlidir. Doldurulan denizi, geri kazanmak mümkün değil. Ne yapalım biz de başka çözümler buluruz.

Belki de; Alsancak otoyolunu trafiğe kapatıveririz turizm sezonunda…

Bir Zamanlar Diyarbakır

Liseyi Diyarbakır’da okudum. Ziya Gökalp mezunu olmakla övünürdüm. En yakın iki arkadaşımdan Önder, Diyarbakırlı, Hayri ise Gaziantepli’ydi. Etnik kökenlerini ve mezheplerini bugün bile bilmiyorum. Hiç sorgulamamıştık, çünkü önemi yoktu.

Akşamları okul çıkışı, Dicle’yi uzaktan seyretmek için, elektrik fabrikasına doğru yürürdük. Derslerden konuşurduk, Balkanların ve Orta Doğunun en büyük sineması olan Dilan’daki filmlerden konuşurduk ve elbette çoğunlukla da kızlardan. Üçümüz de uzaktan uzağa, birer kız severdik. Bir zamanlar Diyarbakır’da kızlar hep uzaktan uzağa sevilir ve de en yakın yüz metreden peşinden yürünürdü. El-ele gezeni görmek ne mümkün…

Üstelik, bir kızın peşinde, birden fazla delikanlı dolaşırdı, hem de arkadaşlarıyla grup halinde. Bir gün, yine böyle dolaşırken “beden dibinde” düelloya çağrıldığım zaman anlamıştım, belalı bir rakibim olduğunu. Suçu, iri-yarı Önder üstlenmeseydi, kimbilir başıma neler gelirdi. Düello olmadı. Benim rakibim gibi, kızlarda bilmezdi peşinde dolaşan kalabalık içinde kimin kendisine vurgun olduğunu.

Ben akşamları gün batmaktayken, elektrik fabrikasının ordan, Dicle’nin geldiği yöne bakar, Karşıyaka kızlarını düşlerdim. Önder ve Hayri, İzmir’i görmemişler ne kadar uğraşsam anlatamazdım. Kimi tatil günleri, irimlerin arasında yürüyüp (irim, Muğla tabiri, orada ne derlerdi anımsamıyorum) nehir kıyısına inerdik. Yazlık niyetine kullanılan saz kulübeler vardı. Dinamitle balık avlayanlar olurdu. Dinamiti patlatıp sonra, yan yana dizilip ölmüş ya da baygın balıkları yakalamaya çalışırlardı. On tane yakalarlarsa yüzlercesi Basra’ya doğru giderdi. Koca koca sazanlar…

Dicle’nin buz gibi sularında çok yüzdüm. Nehir çoğu yerde, ayak bileklerimi az geçerdi. Ama aldanmamak gerek. Sınıf arkadaşım Nebil, Dicle’de boğuldu.

Ben üç yıl boyunca Diyarbakır’ı, bir Diyarbakırlı gibi yaşadım. Hep, eski şehirde, surların içinde oturduk. Bizim toprak damımız da “loğlanırdı”. Daracık yollardan okula giderken, tepemden aşağı kar kürenirdi. Sabahları ters çevirip akrep yoklaması yapmadan ayakkabılarımı giymezdim. Yazın, 41 derecede yumurta da pişirdim, kışın eksi kırk bir derecede okulların tatil edilmesinden yararlanıp, sokaklarda da dolaştım.

Şimdilerde hava raporlarını izlerken bakıyorum da Diyarbakır’ın sıcaklığı, yaz-kış neredeyse İzmir ile aynı, GAP gölleri, iklimi nasıl da değiştirmiş.

Ziya Gökalp, iyi bir liseydi. Boş geçen dersimiz olmazdı. Matematik ve felsefe öğretmenlerimizden çok şey öğrendim. Resim dersine ise ilgilenen herkes tanır, ünlü ressam Turan Erol gelirdi. Not ortalamamı hep o düşürdü.

Ziya Gökalp, iyi lise olmasaydı, ben, Mülkiye giriş sınavını öyle kolaylıkla kazanamazdım. Umarım Ziya Gökalp şimdi de iyi bir lisedir.

Bir zamanlar Diyarbakır’da ben, üç yıl boyunca, Kürt-Türk, Sünni-Alevi ayrımı bilmeden yaşadım…

Gazete Ege, 15 Eylül 1997