Bugün pamuk, Ege’de en önemli tarımsal ürün…

Dış rekabete dayanıklı, en önemli sanayi dallarımızdan biri olan tekstil, onun sayesinde ayakta duruyor ve gelişiyor.

Sıvı yağ oluyor, margarin oluyor, yem olarak hayvanlarımızı besliyor.

1861’de patlak veren Amerikan iç savaşı nedeniyle dokuma sanayileri hammadde yetersizliği ile karşı karşıya kalan İngilizler bir yandan Mısır’daki NÜ Vadisi’ni, bir yandan da Anadolu’daki Çukurova ve Ege’yi pamuk ekimine açmış.

Ege’de pamuk üretimi önce İzmir’de başlamış, daha sonra ise Nazilli ve Denizli’ye doğru yayılmış…

Aslında Ege’de pamuk tarımının geçmişi, İsa’dan önce üçüncü yüzyıla kadar uzanıyor.

Ama ben, tarladaki pamukla ilk kez İzmir’de değil de, Çukurova’da tanıştım.

Ya da öyle anımsıyorum…

Ya babam bizi pamuk mevsimi kent dışına çıkarmamış ya da pamuğun önemini kavramak için yaşım küçükmüş.

Babamın babası Girit’te doğmuş, Yunan gelince Istanköy’e göçmüş. Yunan, Istanköy’ü de alınca dedeme İzmir yolu görünmüş.

İzmir’de sakız biçimi bir ev almışlar. Bir süre sonra ev yarımca bu kez de Tarsus’a göçüp bağ edinmişler.

Annem beni Tarsus’a altı aylıkken götürmüş. Vagona beşik kurmuşlar. Annem salladıkça pencereden dışarı savrulacağımdan korkarmış.

Ben dedemi Tarsus’ta değil, Dörtyol’da yerleşmiş portakal yetiştirirken anımsıyorum. İlk erkek torunu bendim. Bu yüzden beni çok severdi ama, pek fazla birlikte olamadık.

Liseyi bitirdiğim yaz başı Dörtyol’a gittik. Toroslar’m eteğinde kurulu Dörtyol belki de Türkiye’de en çok yıldırım düşen ilçedir.

Yıllardır görmedim.

O zamanlar her taraf narenciye bahçeleri ile kaplıydı. Yolların kenarlarındaki kanallardan gürül gürül sular akardı. Yine de bahçe sulama sırası bize geldiğimiydi, dedem ve amcam “rüküş” lambasını ve tüfeklerini alıp gece yarısı su bekçiliğine giderlerdi. Suyu başkası kendi bahçesine çevirmesin diye.

O yaz Dörtyol’da fazla kalamadım. Üniversite giriş sınavı için İstanbul’a gitmem gerekiyordu.

İstasyon ilçe merkezinden epey uzaktı. Bir gün önceden bir at arabası ayarladık. Taksi yoktu…

At arabası gün doğmadan geldi.

Valizimi yükledik. Babam ve ben arabanın arkasına oturup ayaklarımızı aşağıya salladık.

Araba tıngır-mıngır giderken, ağır ağır uzaklaşmakta olduğumuz Toroslar’ın tepesinde önce çok hafif bir aydınlık belirdi.
Ardından, gökyüzü kızarmaya başladı ve daha sonra hepten kızıla kesti.

Bu müthiş görkemli, doğa görüntüsünü izlerken, kendimi masal dünyasında gibi hissediyordum…

İstasyona ulaştığımızda, güneş daha doğmamıştı. Babamın bir tanıdığı, kavun-karpuz satıyordu. Onun çardağında sıcak çay içtik.

Sonra tren geldi. Babamla vedalaştık.

Birkaç saat sonra Çukurova’dan geçerken yol arkadaşım yaşlı adam, uçsuz-bucaksız yemyeşil tarlaları gösterdi:

– “İşte pamuk…”

Cumhuriyet, 7 Nisan 1990