Skip to main content

Yeşili ve Maviyi Öldürmek

Demokrasiyi güçlendirmek için, yerel yönetimleri de güçlendirmek gerek.

Belediye başkanlarının yetkileri, kimi konularda, gerçekten yetersiz. Oysa ki yeşili ve maviyi öldürme konusunda yetki sanki sınırsızmış gibi görünüyor. Yoksa kıyılarımız böylesine yağmalanır, büyük kentlerimiz, birer beton yığınına dönüşür müydü?..

Çocuk olduğum çağlarda, çocuk olacağıma, belediye başkanı olsaymışım; İzmir Körfezi, Çin Seddi ile çevrili olmazdı. İmbat rüzgarı, sokak aralarında dolaşıp çocuk saçlarını okşamayı sürdürürdü. Karşıyaka yalısı doldurulmamış olduğu için, fırtınalı havalarda dalgalar, evlerin kapılarına kadar ulaşırdı ama, güzelim parke yollar, asfalt kaplanmadığı için, en küçük yağmurda bile, ortalığı sel almazdı…

Ben başkan olsaydım eskiden, deniz kıyısına fabrika kurulmaz, fabrikalar atıklarını, Körfez’e ulaşan çaylara derelere boşaltamaz ve “İzmir’in denizi kız, kızı deniz kokar”dı.

Çocukluğumun tüm ara sokaklarında bile, çokça bulunan, dut ağaçlarından, akasyalardan, bir teki bile kesilebilemezdi. Benim çocuğum da ağaca tırmanıp, dalından eliyle kopardığı eriğin tadını tatmış olurdu.

Karşıyaka yalısındaki atlı tramvay, Üçkuyular-Konak arasındaki tramvay, yolcu taşımayı sürdürür, insanlar, otobüsten çok, vapura ve trene binerdi. Ben çocukken Karşıyaka -Alsancak arasında, hiç otobüse binmemiştim, hep vapurla gider-gelirdik.

Benim çocukluğumda, Küçük Yamanlar yanındaki bütün tepeler bomboştu. Turan sırtlarına kil toplamaya gider, kil ocaklarımız için, başka mahalle çocukları ile taş savaşlarına tutuşurduk. Karşıkaya’nın çapkın delikanlıları, sevgililerini hiç çekinmeden, Küçük Yamanlar korusuna götürürlerdi.

Çocuk olacağıma, başkan olsaydım ve benden sonra başka çocuklar da başkan olsaydı, belki de Karşıyaka’nın arkasındaki bütün dağlar-tepeler, Kadifekale ve Susuzdede civarı, hep ormanlarla korularla kaplı olurdu…

Benim çocukluğumda, incir-üzüm, pamuk-tütün tüccarı ya da banka kambiyo müdürü, çoğu Rum, Yahudi ve Levanten varlıklı kimseler, öğle yemeği için Bayraklı vapuru ile Bayraklı iskelesi civarındaki yazlıklarına giderdi, sıcak yaz günlerinde. Bütün Körfez boyunca denize girilir, çipura dahil, her cins balık tutulabilirdi.

İzmir Fuarı, çoktan Çakalburnu-İnciraltı arasına taşınmış, Kültür park içindeki yapıların tamamına yakını yıkılarak gerçek bir parka dönüştürülmüş olurdu. Metropol alan içinde Kültür Park’tan küçük olmayan en az iki park daha yapılırdı…

Koruyabilseydik Körfez’i eğer, koruyabilseydik İnciraltı plajlarını; Çeşme’nin serin sularına, otoyol döşememiz gerekmeyecek ve öncelik İzmir-Ankara veya İstanbul yollarına verilecekti. Elli yıl önce yapılmış olması gereken Sabuncubeli düzenlemesini henüz şimdi gerçekleştirenlere teşekkürler sunuyorum.

Benim çocukluğumda, çevre bilinci yoktu. “Deniz pislik tutmaz” sanılırdı. Bu yüzden eski başkanları, bir ölçüde mazur görmek mümkündür. Görelim görmesine de onların yanlışlarını emsal gösterip, yeni yanlışlar yapmayalım artık. Çin Seddini örnek gösterip yeni Çin sedleri yapmak peşine koşmayalım. “Batıldan emsal olmaz” kötü örnek örnek değildir yani…

Yaşam, denizlerde başladı. Deniz de toprak kadar değerlidir. Doldurulan denizi, geri kazanmak mümkün değil. Ne yapalım biz de başka çözümler buluruz.

Belki de; Alsancak otoyolunu trafiğe kapatıveririz turizm sezonunda…

Bir Zamanlar Diyarbakır

Liseyi Diyarbakır’da okudum. Ziya Gökalp mezunu olmakla övünürdüm. En yakın iki arkadaşımdan Önder, Diyarbakırlı, Hayri ise Gaziantepli’ydi. Etnik kökenlerini ve mezheplerini bugün bile bilmiyorum. Hiç sorgulamamıştık, çünkü önemi yoktu.

Akşamları okul çıkışı, Dicle’yi uzaktan seyretmek için, elektrik fabrikasına doğru yürürdük. Derslerden konuşurduk, Balkanların ve Orta Doğunun en büyük sineması olan Dilan’daki filmlerden konuşurduk ve elbette çoğunlukla da kızlardan. Üçümüz de uzaktan uzağa, birer kız severdik. Bir zamanlar Diyarbakır’da kızlar hep uzaktan uzağa sevilir ve de en yakın yüz metreden peşinden yürünürdü. El-ele gezeni görmek ne mümkün…

Üstelik, bir kızın peşinde, birden fazla delikanlı dolaşırdı, hem de arkadaşlarıyla grup halinde. Bir gün, yine böyle dolaşırken “beden dibinde” düelloya çağrıldığım zaman anlamıştım, belalı bir rakibim olduğunu. Suçu, iri-yarı Önder üstlenmeseydi, kimbilir başıma neler gelirdi. Düello olmadı. Benim rakibim gibi, kızlarda bilmezdi peşinde dolaşan kalabalık içinde kimin kendisine vurgun olduğunu.

Ben akşamları gün batmaktayken, elektrik fabrikasının ordan, Dicle’nin geldiği yöne bakar, Karşıyaka kızlarını düşlerdim. Önder ve Hayri, İzmir’i görmemişler ne kadar uğraşsam anlatamazdım. Kimi tatil günleri, irimlerin arasında yürüyüp (irim, Muğla tabiri, orada ne derlerdi anımsamıyorum) nehir kıyısına inerdik. Yazlık niyetine kullanılan saz kulübeler vardı. Dinamitle balık avlayanlar olurdu. Dinamiti patlatıp sonra, yan yana dizilip ölmüş ya da baygın balıkları yakalamaya çalışırlardı. On tane yakalarlarsa yüzlercesi Basra’ya doğru giderdi. Koca koca sazanlar…

Dicle’nin buz gibi sularında çok yüzdüm. Nehir çoğu yerde, ayak bileklerimi az geçerdi. Ama aldanmamak gerek. Sınıf arkadaşım Nebil, Dicle’de boğuldu.

Ben üç yıl boyunca Diyarbakır’ı, bir Diyarbakırlı gibi yaşadım. Hep, eski şehirde, surların içinde oturduk. Bizim toprak damımız da “loğlanırdı”. Daracık yollardan okula giderken, tepemden aşağı kar kürenirdi. Sabahları ters çevirip akrep yoklaması yapmadan ayakkabılarımı giymezdim. Yazın, 41 derecede yumurta da pişirdim, kışın eksi kırk bir derecede okulların tatil edilmesinden yararlanıp, sokaklarda da dolaştım.

Şimdilerde hava raporlarını izlerken bakıyorum da Diyarbakır’ın sıcaklığı, yaz-kış neredeyse İzmir ile aynı, GAP gölleri, iklimi nasıl da değiştirmiş.

Ziya Gökalp, iyi bir liseydi. Boş geçen dersimiz olmazdı. Matematik ve felsefe öğretmenlerimizden çok şey öğrendim. Resim dersine ise ilgilenen herkes tanır, ünlü ressam Turan Erol gelirdi. Not ortalamamı hep o düşürdü.

Ziya Gökalp, iyi lise olmasaydı, ben, Mülkiye giriş sınavını öyle kolaylıkla kazanamazdım. Umarım Ziya Gökalp şimdi de iyi bir lisedir.

Bir zamanlar Diyarbakır’da ben, üç yıl boyunca, Kürt-Türk, Sünni-Alevi ayrımı bilmeden yaşadım…

Gazete Ege, 15 Eylül 1997

Şirketler, Daha Az Vergi Vermek İçin Kuruluyor

Sanayi ve Ticaret İl Müdürü Erdinç Gönenç, varolan sanayi bölgelerinin dışında artık İzmir’de sanayiinin kurulmasına karşı. İzmir ve çevresinde çok güzel tarım ürünleri yetiştiğine dikkat çeken Gönenç, daha fazla sanayileşmenin tarımı ve doğa yapısını gerileteceği inancında.

-Sayın Gönenç, İzmir’e bir türlü gelemeyen doğalgaz hakkındaki görüşleriniz nelerdir?

Bunu sadece doğalgaz olarak düşünmek yanlış, bana kalırsa İzmir ekonomi ve ticari alanda hakettiğinin çok gerisinde kalmış durumda. İzmir’in bugüne kadar ihmal edildiğini söylemek yanlış olmaz. Yalnız son zamanlarda İzmirli yeni bir anlayış geliştirdi, “devletten bir beklentimiz yok, biz kendi işimizi kendimiz yaparız” diye düşünülüyor. Aslında doğalgazın çok önceden İzmir’e gelmesi gerekiyordu. Yatırım programlarında da doğalgazın İzmir’e getirilmesi ile ilgili herhangi bir program yok. İzmirli işadamları bu konuya el attılar ve bunun için çalışmalar başladı. Doğalgazın İzmir’e gelmesiyle elektrik açığının kapanacağına da inanıyorum.

-İzmir ekonomisinin daha iyi yere gelmesi için sizce neler yapılması gerekir?

Sanayi ve Ticaret İl Müdürlüğü olarak, çevreyi koruyarak sanayileşme politikasını güdüyoruz. Ben, 6 yıldır İzmir’de görev yapıyorum. Bu süre içinde sanayi bölgeleri dışında tek bir fabrika kuruluşuna izin vermedim. Dolayısıyla, organize sanayi bölgelerinin ve küçük sanayi sitelerinin kuruluşunu destekliyoruz, organize sanayi bölgeleri yanında uydu kentler gibi bir model düşünüyoruz. Şu anda çalışmaları devam eden organize sanayi bölgelerinin dışında bulunan Aliağa ve Torbalı gibi organize sanayi bölgeleri de hayata geçirilmeli. Yalnız ben bu çalışmalar tamamlandıktan sonra İzmir’de artık sanayi kurulmasına taraftar değilim. Çünkü, İzmir’in doğası çok zengin, tarım da çok güzel ürünler yetişiyor. Daha fazla sanayileşme tarımı ve doğa yapısını gerilecektir. Dolayısıyla İzmir’i sanayi kenti olmaktan çok, kültür, sanat, turizm, tarım ve kongreler şehri yapmak gerekiyor.

-Geçtiğimiz yıl İzmir’de kaç şirket kuruldu ya da kapandı?

Geçtiğimiz yıl, il içerisinde 116 anonim şirket kuruldu. 1490 anonim şirkette sermaye arttırımında bulundu. Yıl sonu itibarıyla çalışmalarına devam eden anonim şirket sayısı 5190. Bunlardan 460 tanesi tasviye, 25 tanesi iflas halinde bulunmakta, 8 tanesinin ise, yıl içinde tasviyesi tamamlanarak kaydı silinmiştir. Yine geçtiğimiz yıl, 5454 adet limited şirket kuruldu. Rakamlar kurulan şirket sayısının arttığını gösteriyor. Bu da ekonomide canlılık demektir. Ancak, kurulan bu şirketlerin tümü için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Bu şirketlerin önemli bir bölümü maalesef daha az vergi ödemek için kuruluyor. Böylelikle gelir vergisinden kaçmaya çalışıyorlar.

-Ülkedeki gelir dağılımındaki adaletsizliği önlemek için nelerin yapılması gerekiyor?

Bence, Türkiye’deki en büyük sorun istihdam sorunu. Türkiye, nüfusu hızla artan ülkelerden birisi. Dolayısıyla, çalışabilir nüfus sayısı da artıyor, öte yandan teknolojik gelişmede, daha az emek kullanılırlığı içeren şekilde gelişiyor. Yani, teknolojik gelişme ile nüfus artışı arasında çözümü son derece zor olan bir çelişki var. Yeni teknolojilere “hayır” diyemezsiniz, o zaman, uluslararası rekabette çok geri kalırsınız. Bu çelişkiyi çözemediğiniz zaman da işsizlik ortaya çıkıyor. Dolayısıyla, gelir dağılımındaki bozukluğu ortadan kaldırmanın temel yolu, insanlara iş sahası yaratmaktır. Burada devletin devreye girmesi gerekiyor. Ben de devletin ekonomiden elini eteğini çekmesi, özelleştirmenin yapılması görüşlerini elbette benimsiyorum. Ama, devlet, işsizliğe çözüm bulmak, özel sektörün yatırım yapmaktan kaçındığı doğudaki kalkınma sorununu çözmek için ister istemez ekonominin içine girecektir. O zaman yapılması gerekli olan iş, ileri teknoloji kullanımını gerektirmeyen bir takım yatırımları devlet eliyle yapmaktır.

-Sanayi ve Ticaret İl Müdürlüğü olarak, tüketicinin korunmasına yönelik çalışmalarınız var mı?

Biz, tüketicinin korunmasına büyük önem veriyoruz. Türkiye’de piyasa ekonomisi uygulamaya çalışıyoruz, serbest ekonomi, liberal ekonomi dediğimiz ekonomiyi uygulamaya çalışıyoruz. Bunun böyle olması doğal. Çünkü, demokrasinin ekonomik sistemi, serbest piyasa ekonomisidir. Planlı ekonomiyi bugün, küçük ve kapalı ekonomi modeli olduğu için uygulamak mümkün değil. Ama globalleşme olgusu ortaya çıktı ve Türkiye’deki şirketlerin çoğu çok uluslu hale geldi. Eğer, planlama düşünülecekse, bütün dünya ekonomisini aynı anda planlamak lazım. Tek bir ülkenin planlı ekonomide kalması mümkün değil, zaten bu model de totaliter rejimlerin ekonomisi haline geldi. Ama, serbest piyasa ekonomisini uygulayabilmek için üç maddeyi kurmak gerekir. Bunlar; tüketicinin korunması, rekabet ve çevredir. Bu üç maddeyi korumadığınız halde, ben piyasa ekonomisi uyguluyorum diye ortaya çıkarsanız, onun adı vahşi kapitalizm olur. Dolayısıyla, üç unsurun korunmasına İl Müdürlüğü ve bakanlık olarak çok büyük özen gösteriyoruz.

İzmir 2000 Dergisi, 1 Nisan 1998