Skip to main content

Acımasızca Kesilen Su ve Elektrik

Adı Ayten. Kırkbeş yaşında. Bir bankada şef olarak çalışıyor. Hiç evlenmemiş ve yalnız yaşıyor. Fazla mesai nedeniyle ancak saat 20.00 gibi evde oluyor. Çok yorgun ve duş almayı düşlüyor. O da ne? Sular kesik. Genel kesinti olduğunu düşünüyor önce. Sonra, yan komşunun banyosundan şırıl şırıl su sesi gelmekte olduğunu duyup sayaca bakmayı akıl ediyor, sayaç sökülmüştür.

Adı Ahmet. Maliye memuru. Bir bira içip o da aynı saatlerde maç seyretmek umuduyla evine geliyor. Merdiven otomatı yanıyor ama karısı kapıyı elinde bir mumla açmıştır. TEDAŞ elektrik saatini mühürlemiş…

İkisi de bir uyarı almamışlardır. Ahmet beyin evinde insan olduğu halde saati mühürleyen görevli, kapıyı çalıp haber vermek gereğini bile duymamıştır.

İkisi de su ve elektrik faturalarını hep zamanında öderler. Yine de tüm faturalar ortaya dökülüp incelenir. Eksik falan yoktur. Çaresiz geceyi birisi susuz, diğeri karanlıkta geçirir.

Ertesi sabah önce işe, sonra güç bela izin alıp ilgili idareye giderler. Gitmeleri gereken adresi telefonla öğrenmişlerdir.

Veznede sorun hemen çözülür. Meğer, geçen yıldan kalma borçları varmış ve küçücük borç gecikme faizi nedeniyle çığ gibi büyümüştür. Oysa öyle bir fatura gelmemiştir. Gelmiş olsa, mutlaka öderlerdi. “Posta kutusunda kaybolmuştur” de-yip, çaresiz biri üç, diğeri dört milyon lira öderler. Açma-kapama parası da cabası. O ayın bütçesi delinmiştir…

Masal falan anlatmadım. Benzer olayları bu kentte, ben dahil, pek çok insan yaşadı ve korkarım ki yaşayayacak.

Bu yapılan, hem Rekabetin Korunması Hakkında Kanun’da yer alan “hakim durumun kötüye kullanılması” hem de Tüketicinin Korunması Hakkındaki Kanun’da yer alan “ayıplı hizmet” tanımlarına tıpatıp uymaktadır.

Dolayısıyla, böyle bir uygulama ile karşılaşan yurttaşların, Rekabet Kurulu ile Tüketici Sorunları Hakem Heyetleri ve Tüketici Mahkemelerine, başvurabileceklerini düşünüyorum.

Ayrıca olayın, Borçlar Kanunu’nun ruhuna da aykırı olduğu kanısındayım: Bilindiği gibi taksitli satışlarda, son taksidin ödenmiş olması, mahkemelerde, eski taksitlerin tümünün ödendiğinin kanıtı olarak kabul edilmektedir. Bu mantıkla, elektrik, gaz, su benzeri dağıtım hizmetlerini yürüten kuruluşların, son faturayı itirazsız tahsil etmekle, eski borçların tümünü ibraz etmiş sayılmaları gerekir. Kaldı ki yukarıdaki gibi durumlarda, bir-iki yıl önceki borç, gerekçe gösterilmektedir ve bu arada bir değil, birçok fatura tahsil edilmiştir.

Bir de işin insanlık ve demokrasi boyutu var elbette. Demokrasiyi, “elektrik ve benzerlerinin uyarısız, pat diye kesilmediği, bir siyasal sistem” olarak tanımlamak, hiç de komik olmaz.

Önceden ilan edilmeden ve hiç bir programa bağlanmadan yapılan, bilinçli genel kesintileri de aynı kapsamda düşünüyorum.

Tüketici hakları, insan haklarıdır ve demokrasilerde insan hakları, mutlaka korunur…

Gazete Ege, 10 Kasım 1997

Gümrük Birliği ve Tüketicinin Korunması

Gümrük Birliği’ne uyum yasalarının en önemlilerinden biri 4077 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkındaki Kanundur.

Gümrük Birliği’nin yararları ile halkımızın ilk tanışması bu Kanun sayesinde olmuştur.

Söz konusu Kanunu, Gümrük Birliği’nin bir dayatması olarak eleştirenler var: Doğrudur. Bu Kanun ülkemizde de çoktan yasalaşmalıydı. Öte yandan da “ülkemize dayatılanlar, hep böyle iyi şeyler olsa” demekten de kendini alamıyor insan…

Avrupa standartları, uluslararası kabul görmüş, en gelişkin standartlardır ve bunlara ulaşmak, cumhuriyetimizin, “Çağdaş uygarlık düzeyini yakalamak” hedefine uygundur.

Bilindiği gibi; Gümrük Birliği’ne girmek demek belirli bir süreç sonunda, serbest piyasa ekonomisini tüm kural ve kurumları ile kabul etmek demektir.

Ancak serbest piyasa ekonomisi ile vahşi kapitalizm arasında, kıl payı fark vardır ve gerekli önlemleri almazsanız, serbest piyasa ekonomisi uyguladığınızı sanırken, kendinizi vahşi kapitalizmin insana ve doğaya değer vermeyen, acımasız ortamında bulursunuz.

Bu tehlikeye karşı en başta yapılması gereken şey, rekabeti ve tüketiciyi korumaktır.

İşte, 4077 sayılı Kanun, bu açıdan da büyük önem taşımaktadır.

Bu “Kanun’u sadece tüketiciyi koruyan bir kanun olarak görmek de yanlıştır. Üreticiyi, Avrupa standartlarında üretim yapmaya zorlayarak, onları da korumaktadır. Bir başka deyişle, sanayicimiz Avrupa pazarından önce iç piyasada, gerçek rekabete alışacaktır.

Esasen, üretici-satıcı temsilcisi olan mesleki kuruluşları, yani Sanayi Odaları, Ticaret Odaları ve Esnaf Odaları da karşı çıkmak bir yana bu Kanunu desteklemişler ve hayata geçmesine katkıda bulunmuşlardır.

Kanun’un amacını, biz Sanayi ve Ticaret Bakanlığı olarak bir cümle ile “ülkemizde artık, satılan mal geri alınmaz devrini kapatmak, satılan mal geri alınır devrini başlatmak” olarak özetliyoruz.

Benim çocukluğumda çoğu dükkânda iki levha vardı; “Veresiye satışımız yoktur” ve “Satılan mal geri alınmaz”.

“Veresiye satışımız yoktur” levhası veya veresiye satan tüccarın perişan halini gösteren temsili resimler ortadan kalkalı çok oldu. Şimdi sıra “Satılan mal geri alınmaz” levhalarında.

Ülkemizde sermaye birikimi, nasıl ki taksitli satışlar geliştikçe büyümüşse, işletmelerimiz şimdi de sattıkları ayıplı malları geri alarak gelişecektir.

4077 sayılı Kanun tüketiciyi, ayıplı mala karşı koruyor. Bazı Avrupa ülkelerinde, malın iadesi için, ayıplı olma şartı bile aranmazken bizde, kapıdan satışlar hariç, aranıyor ve böylelikle satıcı da kaprisli müşteriye karşı korunmuş oluyor.

4077 sayılı Kanun, tüketiciyi, fiyata karşı da korumuyor. Zaten eğer koruyor olsaydı serbest piyasa ekonomisinin mantığı ile çelişirdi. Bu açıdan 4077 sayılı Kanunu, 4054 sayılı Rekabet Korunması Hakkında Kanun ile birlikte değerlendirmek gerekmektedir. Çünkü 4054 sayılı Kanun, tüketiciyi dolaylı yoldan fiyata karşı, ama tekel ve kartel fiyatlarına karşı koruyarak 4077 sayılı kanunu tamamlamaktadır.

İzmir’de bu iki Kanun’un birbirini tamamlayan özellikleri göz önünde tutularak, ekmek fiyatları serbest bırakılmış ve kanımca çok da iyi sonuç alınmıştır. Çünkü KİT ürünlerine yapılan zamlara rağmen İzmir’de ekmek fiyatları 1995 Aralık ayından bu yana 10.00 TL (250 gr. için) civarında sabit kalmıştır. Ve görülmüştür ki haksız fiyat artışları olursa bunun nedeni serbest rekabet değil, fırıncıların kartelleşmesi olacaktır. Kartelleşme de yakalanır veya yakalanmaz, açıkça bir suç oluşturmaktadır.

Bu noktada belirtmek gerekir ki; tüketici, 4077 sayılı Kanun’dan önce de korunuyordu. Tüketiciyi aldatanlar hakkında Türk Ceza Kanunu’nun 526, 363, 401, 402 sayılı maddelerine dayanılarak, çok sayıda dava açılmaktaydı. Ancak, adalet sistemimizin ağır yüklenmeden kaynaklanan yavaşlığı, etkinliğimizi azaltmaktaydı.

4077 sayılı Kanun ise bir yandan yeni bir takım kurumlar oluşturup, öte yandan idarenin yetkilerinin arttırarak tüketiciye, daha etkin bir koruma sağlamıştır.

Kanunda oluşturulan yeni kurumlar şunlardır.
a) Tüketici Sorunları Hakem Heyetleri
b) Tüketici Mahkemeleri
c) Tüketici Konseyi
d) Reklam Kurulu

Bu oluşumlarla ilgili açıklamalar, başka bir konuşmanın konusunu oluşturacak kadar geniştir. Ancak şu kadarını belirtmek gerekir ki buralara yapılacak başvuruların her türlü vergi, resim ve harçtan muaf tutulması, sistemin işlemesi açısından son derece büyük önem taşımaktadır.

İdarenin arttırılan yetkileri de ayrı bir tartışma konusu oluşturmakla birlikte, yine belirtelim ki en önemli bölümü, idari para cezası uygulamasıdır. İdari para cezası uygulamasında da önemli yenilik, bu cezalara idare mahkemelerinde yapılacak itirazların, tahsilatı durdurmamasıdır.

SONUÇ

Uygulayıcılarından birisi olarak, 4077 sayılı Kanun’un bir takım eksikliklerine rağmen, oldukça iyi bir Kanun olduğunu belirtebilirim.

Özellikle hakem heyetlerinin iyi çalıştığını ve günlük hayatımızdaki yerini aldığını söylemek mümkündür. İzmir İl Hakem Heyeti’ne 8 Eylül 1995 gününden bu yana yapılan başvuru sayısı 600’ü bulmuştur. Başvuruların büyük bölümü, tüketici lehine karara bağlanmış ve alınan kararların önemli bölümüne de taraflarca uyulmuştur.

Ancak yasalar ne denli iyi olursa olsun, bunların hayata geçirilebilmesi için en önemli unsur tüketici bilincinin gelişmesi ve tüketicinin kendi haklarına sahip çıkmasıdır.

(Kimya Mühendisliği Dergisi)

Basın Bildirisi
13.3.1998

Bilindiği gibi evrensel tüketici hakları, ilk olarak ABD Başkanı
J. F. Kennedy’nin 15 Mart 1962 tarihinde Temsilciler Meclisi’nde yaptığı konuşmasında dile getirilmiştir.

Daha sonraki yıllarda 15 Mart günü birçok ülkede ve son yıllarda da Türkiye’de “Tüketici Hakları Günü” olarak kutlanmaya başlamıştır.

Bu çerçevede 1998 yılında, Bakanlığımızca düzenlenecek etkinliklerin; öncekilerden farklı olarak, bir günle sınırlı kalmayarak, 14-21 Mart tarihleri arasında bir haftalık dönemi kapsayacak şekilde düzenlenmesi uygun görülmüştür.

“Tüketici Hakları Haftası” boyunca İl Müdürlüğümüz, Büyükşehir Belediyemizin de desteği ile billboardları ve belediye otobüslerini afişlerle donatacak ve halkımıza değişik konularda hazırlanmış bilgilendirme broşürleri dağıtacaktır.

Yine Müdürlüğümüz yetkilileri tarafından İzmir’deki 16 ilköğretim okulundaki öğrencilere konferanslar verilecektir.

İzmir’de tüketici bilincinin gelişmesinde büyük payı olan medyamızın konuya gereken önemi vereceği inancı ile bilgilerinize sunarım.

Saygılarımla.
E.G.

Küreselleşme ve Ekonomik Planlama

Durum’un yazı ailesine bu sayıdan itibaren Erdinç Gönenç de katıldı. Bürokrasiye Bankalar Yeminli Murakıbı olarak başlayan Gönenç, ilginç ve zengin deneyimler edindiği bir mesleki yaşama sahip. Belediye personelcilikten TARİŞ Genel Müdürlüğü’ne, KİT yöneticiliğinden İl Sanayi ve Ticaret Müdürlüğü’ne kadar uzanıyor bu yaşam. Arada siyasi deneyimlerle de süsleniyor. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde 1960’lı yıllarda yeni yeni esmeye başlayan sol rüzgarlarla beslenerek gelişen bir kültürün ürünü Gönenç. Fakat O öğrencilik yıllarında diyalektiği en iyi bilen ve yorumlayan bir solcu olarak elbette olduğu yerde kalmayacaktı, dinazorlaşmayacaktı. Aşağıdaki yazısı, O’nun bu niteliğini sergilemesi açısından ilginçlik taşıyan ve aynı zamanda halen 1960’lı yılların savlarını savunan ve bunu da marifetmiş gibi gösteren birileri için de bazı dersler içeriyor.
Ayhan Çopur

Öncelikle belirteyim ki bu yazıda, planlama denildiğinde merkezi, global ve en azından kamu sektörü için, emredici planlama kastedilecektir. 27 Mayıs’ın getirdiği en önemli yenilik bence, planlama kavramı ve Devlet Planlama Teşkilatı’dır. Bu işi öylesine sevmiştim ki; temel amacım olan müfettişlikten bile vazgeçip, DPT uzmanı olmaya çalışmıştım, olmadı…

Koşullar değişmemiş olsa, ben bugün de planlı ekonomiyi savunurdum. Oldukça küçük, büyük ölçüde dışa kapalı ve stratejik doğal kaynaklar açısından yoksul bir ekonomide; planlama hem mümkün, hem de fazlasıyla yararlıdır çünkü. Üstelik ekonominin çok büyük bölümü devletin mülkiyetinde ve kapitalist sınıf yaratmak amacıyla da kullanılsa, devletin denetimindeydi. Kıt kaynakların kullanımını, yöneticilerin bilinçsiz ve çoğu kez popülist kararları yerine, bilimsel bir planın yönlendirmesine bırakmak, akılcı bir yoldu.

Ne yazık ki bizim plancılığımız, belki ilk bir-iki yıl dışında, gerçek bir plancılık olamadı. DPT’de Teşvik uygulama Dairesi’ne dönüştü. Bugün en yoğun bürokrasinin DPT’de uygulandığını söyleyenler pek de haksız sayılmaz. Tire Organize Sanayi Bölgesi’nin, kaç dekar alana kurulacağına, onlar karar veriyorlar ve bu kararı da çok geç veriyorlar.

Günümüz Dünya’sı; teknolojik gelişmeye, özellikle de bilgisayar ve iletişim teknolojisindeki gelişmeye bağlı olarak, 1960’ların dünyasına göre çok değişti. Devlet etnik ve dinsel nedenlerle çoğalıp küçülürken, ekonomi müthiş bir birleşme ve büyüme yaşıyor. Eskinin, müteşebbis kapitalistinin yerini, kupon kesen rantiyeler alırken, yönetim de beyaz yakalıların eline geçiyor. Doğallıkla, sermaye piyasaları devleşiyor. Sermaye için ulusal sınırlar ortadan kalktı. Hemen tüm büyük şirketler çok uluslu. Özelleşirme, Thatcher ve Reagan’dan beri, egemen ideoloji. Hemen her yerde devlet, ekonomiden hızla çekiliyor.

Küreselleşme adı verilen bu olgu karşısında artık, bir plan-lı ekonomiden söz etmek mümkün müdür? Mümkün müdür; sermayenin, mal ve hizmetlerin, serbest dolaşımını engellemek? ABD, Kolombiya’nın uyuşturucu imparatorluğunu, Noriega’yı, boşuna mı yerle bir etti. Siz, bizdeki mafyacıklara bakmayın. Mafyacılığın sonu geldi. Serbest dolaşım öyle gerektiriyor.

Eğer ekonomi planlanacaksa, dünya ölçeğinde planlanabilmeli artık. Kurgu filmlerdeki gibi bir gün, dünyamız cyborg egemenliğine geçerse, onlar belki de bunu başarabilir.

Bu yüzden yapılması gereken, planlı ekonomi günlerini düşlemek değil, piyasa ekonomisinin, vahşi kapitalizme dönüşümünü engelleyerek, gerçekten serbest piyasa ekonomisi olarak yaşamasını ve hatta, sosyal piyasa ekonomisine ulaşmasını, sağlamaya çalışmaktır. Bunu başarabilmenin başlıca araçları da; doğayı (mavi gezegeni), tüketiciyi ve ille de rekabeti korumaktır.

İşletme ölçeğindeki planlamanın vazgeçilemezliğinin, emredici değil, yönlendirici ve teşvik edici ve sektörel planlamanın (örneğin tarım planlamasının) bu yazımız kapsamı dışında olduğunu belirtmekle beraber, bu noktada ülkemiz açısından gösterdiği önemi dikkate alarak tarım planlaması ve tarımsal destekleme konusunda, birkaç şey söylemek isterim; 1978-79 yıllarında, Tariş Genel Müdürü olarak pamuk, çekirdeksiz kuru üzüm, zeytinyağı ve incir destekleme alımlarını, fiilen yürütmüş biri olarak, Türkiye’nin, hangi bölgesinde, hangi ürünün, ne miktarda üretilmesi gerektiğinin bilinmediğini, yaşayarak öğrenmiştim. Şimdi de durumun farklı olduğunu sanmıyorum.

Hangi ürünün destekleme kapsamına alınacağı ve taban fiyatın ne olacağı, bilimsel değil, politik nedenlerle belirlenmektedir.

Ben, tarımda desteklemenin vazgeçilmez olduğuna inananlardanım. Tarıma devlet desteğinin, piyasa ekonomisi ile ve küreselleşmenin gerekleri ile çelişmediğini de düşünüyorum. Öyle olmasaydı; ne ABD’de ne de Avrupa Birliği’nde, tarımı desteklemekten söz edilmezdi. Fransa’da, İspanya’da patates veya domates kavgalarını unutmayalım.

Kanımca, Türkiye’de hemen yapılması gereken işlerden biri, emredici değil, ama yönlendirici-teşvik edici bir global tarım planı hazırlanmasıdır. Bunun için de öncelikle, yurdumuzun hangi bölgesinde, hangi ürünün, hangi miktarda üretilmesi gerektiğinin bilinmesi gerekir. Daha sonra, plana uygun tüm üretimin, devlet destekleme kapsamına alınması uygun olacaktır.

Ekstrem bir örnek vermek gerekirse, Ege Bölgesi’ndeki pamuk üretimi desteklenirken, örneğin fındık üretimi kendi ha-line bırakılacaktır. Karadeniz Bölgesi’nde ise bunun tersi yapılacaktır.

Tarımsal planlama olmadığı için, Aydın’ın pamuk tarlalarına, Virginia tütünü ekilmesi, tütünden başka hiçbir şeyin yetişmediği kıraç topraklardaki şark tütüncülüğünün yok edilmesi, benim içimi sızlatırken, tütüncü aileleri, gecekondu insanına dönüştürüyor…

Köylümüz, hangi ürünü ekeceğine genellikle, bir önceki rekoltenin fiyatına bakarak karar verir. Yol gösterici bir plan olmayınca, zaten başka ne yapabilir ki? O zaman da fiyatı, dünya fiyatlarının çok üzerine çıkan susam, ertesi yıl depolarda küflenmeye terk edilir.

Tarımsal desteklemede, üretim girdilerinin mi, yoksa ürünün mü destekleneceği de çok tartışılmıştır. İşte, hangi üründe, hangi tür destekleme yapılacağını belirleyecek olan da yine “plan”dır…

Türkiye’de plan kavramı genellikle, ideolojik yaklaşımla değerlendirilmiştir. Plan-pilav tartışmasında olduğu gibi.

Gelin artık, plan konusunda da pratik ve pragmatist olalım…

Durum, Ekim 1997