Skip to main content

Küreselleşme ve Ekonomik Planlama

Durum’un yazı ailesine bu sayıdan itibaren Erdinç Gönenç de katıldı. Bürokrasiye Bankalar Yeminli Murakıbı olarak başlayan Gönenç, ilginç ve zengin deneyimler edindiği bir mesleki yaşama sahip. Belediye personelcilikten TARİŞ Genel Müdürlüğü’ne, KİT yöneticiliğinden İl Sanayi ve Ticaret Müdürlüğü’ne kadar uzanıyor bu yaşam. Arada siyasi deneyimlerle de süsleniyor. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde 1960’lı yıllarda yeni yeni esmeye başlayan sol rüzgarlarla beslenerek gelişen bir kültürün ürünü Gönenç. Fakat O öğrencilik yıllarında diyalektiği en iyi bilen ve yorumlayan bir solcu olarak elbette olduğu yerde kalmayacaktı, dinazorlaşmayacaktı. Aşağıdaki yazısı, O’nun bu niteliğini sergilemesi açısından ilginçlik taşıyan ve aynı zamanda halen 1960’lı yılların savlarını savunan ve bunu da marifetmiş gibi gösteren birileri için de bazı dersler içeriyor.
Ayhan Çopur

Öncelikle belirteyim ki bu yazıda, planlama denildiğinde merkezi, global ve en azından kamu sektörü için, emredici planlama kastedilecektir. 27 Mayıs’ın getirdiği en önemli yenilik bence, planlama kavramı ve Devlet Planlama Teşkilatı’dır. Bu işi öylesine sevmiştim ki; temel amacım olan müfettişlikten bile vazgeçip, DPT uzmanı olmaya çalışmıştım, olmadı…

Koşullar değişmemiş olsa, ben bugün de planlı ekonomiyi savunurdum. Oldukça küçük, büyük ölçüde dışa kapalı ve stratejik doğal kaynaklar açısından yoksul bir ekonomide; planlama hem mümkün, hem de fazlasıyla yararlıdır çünkü. Üstelik ekonominin çok büyük bölümü devletin mülkiyetinde ve kapitalist sınıf yaratmak amacıyla da kullanılsa, devletin denetimindeydi. Kıt kaynakların kullanımını, yöneticilerin bilinçsiz ve çoğu kez popülist kararları yerine, bilimsel bir planın yönlendirmesine bırakmak, akılcı bir yoldu.

Ne yazık ki bizim plancılığımız, belki ilk bir-iki yıl dışında, gerçek bir plancılık olamadı. DPT’de Teşvik uygulama Dairesi’ne dönüştü. Bugün en yoğun bürokrasinin DPT’de uygulandığını söyleyenler pek de haksız sayılmaz. Tire Organize Sanayi Bölgesi’nin, kaç dekar alana kurulacağına, onlar karar veriyorlar ve bu kararı da çok geç veriyorlar.

Günümüz Dünya’sı; teknolojik gelişmeye, özellikle de bilgisayar ve iletişim teknolojisindeki gelişmeye bağlı olarak, 1960’ların dünyasına göre çok değişti. Devlet etnik ve dinsel nedenlerle çoğalıp küçülürken, ekonomi müthiş bir birleşme ve büyüme yaşıyor. Eskinin, müteşebbis kapitalistinin yerini, kupon kesen rantiyeler alırken, yönetim de beyaz yakalıların eline geçiyor. Doğallıkla, sermaye piyasaları devleşiyor. Sermaye için ulusal sınırlar ortadan kalktı. Hemen tüm büyük şirketler çok uluslu. Özelleşirme, Thatcher ve Reagan’dan beri, egemen ideoloji. Hemen her yerde devlet, ekonomiden hızla çekiliyor.

Küreselleşme adı verilen bu olgu karşısında artık, bir plan-lı ekonomiden söz etmek mümkün müdür? Mümkün müdür; sermayenin, mal ve hizmetlerin, serbest dolaşımını engellemek? ABD, Kolombiya’nın uyuşturucu imparatorluğunu, Noriega’yı, boşuna mı yerle bir etti. Siz, bizdeki mafyacıklara bakmayın. Mafyacılığın sonu geldi. Serbest dolaşım öyle gerektiriyor.

Eğer ekonomi planlanacaksa, dünya ölçeğinde planlanabilmeli artık. Kurgu filmlerdeki gibi bir gün, dünyamız cyborg egemenliğine geçerse, onlar belki de bunu başarabilir.

Bu yüzden yapılması gereken, planlı ekonomi günlerini düşlemek değil, piyasa ekonomisinin, vahşi kapitalizme dönüşümünü engelleyerek, gerçekten serbest piyasa ekonomisi olarak yaşamasını ve hatta, sosyal piyasa ekonomisine ulaşmasını, sağlamaya çalışmaktır. Bunu başarabilmenin başlıca araçları da; doğayı (mavi gezegeni), tüketiciyi ve ille de rekabeti korumaktır.

İşletme ölçeğindeki planlamanın vazgeçilemezliğinin, emredici değil, yönlendirici ve teşvik edici ve sektörel planlamanın (örneğin tarım planlamasının) bu yazımız kapsamı dışında olduğunu belirtmekle beraber, bu noktada ülkemiz açısından gösterdiği önemi dikkate alarak tarım planlaması ve tarımsal destekleme konusunda, birkaç şey söylemek isterim; 1978-79 yıllarında, Tariş Genel Müdürü olarak pamuk, çekirdeksiz kuru üzüm, zeytinyağı ve incir destekleme alımlarını, fiilen yürütmüş biri olarak, Türkiye’nin, hangi bölgesinde, hangi ürünün, ne miktarda üretilmesi gerektiğinin bilinmediğini, yaşayarak öğrenmiştim. Şimdi de durumun farklı olduğunu sanmıyorum.

Hangi ürünün destekleme kapsamına alınacağı ve taban fiyatın ne olacağı, bilimsel değil, politik nedenlerle belirlenmektedir.

Ben, tarımda desteklemenin vazgeçilmez olduğuna inananlardanım. Tarıma devlet desteğinin, piyasa ekonomisi ile ve küreselleşmenin gerekleri ile çelişmediğini de düşünüyorum. Öyle olmasaydı; ne ABD’de ne de Avrupa Birliği’nde, tarımı desteklemekten söz edilmezdi. Fransa’da, İspanya’da patates veya domates kavgalarını unutmayalım.

Kanımca, Türkiye’de hemen yapılması gereken işlerden biri, emredici değil, ama yönlendirici-teşvik edici bir global tarım planı hazırlanmasıdır. Bunun için de öncelikle, yurdumuzun hangi bölgesinde, hangi ürünün, hangi miktarda üretilmesi gerektiğinin bilinmesi gerekir. Daha sonra, plana uygun tüm üretimin, devlet destekleme kapsamına alınması uygun olacaktır.

Ekstrem bir örnek vermek gerekirse, Ege Bölgesi’ndeki pamuk üretimi desteklenirken, örneğin fındık üretimi kendi ha-line bırakılacaktır. Karadeniz Bölgesi’nde ise bunun tersi yapılacaktır.

Tarımsal planlama olmadığı için, Aydın’ın pamuk tarlalarına, Virginia tütünü ekilmesi, tütünden başka hiçbir şeyin yetişmediği kıraç topraklardaki şark tütüncülüğünün yok edilmesi, benim içimi sızlatırken, tütüncü aileleri, gecekondu insanına dönüştürüyor…

Köylümüz, hangi ürünü ekeceğine genellikle, bir önceki rekoltenin fiyatına bakarak karar verir. Yol gösterici bir plan olmayınca, zaten başka ne yapabilir ki? O zaman da fiyatı, dünya fiyatlarının çok üzerine çıkan susam, ertesi yıl depolarda küflenmeye terk edilir.

Tarımsal desteklemede, üretim girdilerinin mi, yoksa ürünün mü destekleneceği de çok tartışılmıştır. İşte, hangi üründe, hangi tür destekleme yapılacağını belirleyecek olan da yine “plan”dır…

Türkiye’de plan kavramı genellikle, ideolojik yaklaşımla değerlendirilmiştir. Plan-pilav tartışmasında olduğu gibi.

Gelin artık, plan konusunda da pratik ve pragmatist olalım…

Durum, Ekim 1997

Tüketiciyi Korumak

Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun, son yılların en önemli yasası bence.

Önemi herşeyden önce, kapsamından kaynaklanıyor. SSK’lıları, tarım üreticilerini veya kamu çalışanlarını ilgilendirmiyor sadece. Tüketicileri ilgilendiriyor, tüm insanları yani…

Üreticiler ve satıcılar da tüketici. Halkı onlara karşı korurken, onları da başka üretici – satıcılara karşı koruyor yasamız.

Yasalar, genellikle, hak ve özgürlükleri sınırlamak içindir. Bu yasa ise; hakları geliştirmek ve korumak amacıyla çıkarılmıştır. Önemli bir özellik değil mi?

Gümrük Birliği’ne girebilmemizin, önemli koşullarından biri bu yasa. Kimilerine göre, Gümrük Birliği’nin bir dayatması. Tarih boyunca bize dayatılanları düşündükçe, keşke tüm dayatmalar böyle olsaymış diyesi geliyor insanın. Çünkü; Avrupa standartlarına ulaşmamızı dayatıyor bize. Atatürk’ün hedef gösterdiği “muasır medeniyet”, Avrupa uygarlığından başka ne olabilir ki?

Avrupa standartları, tüm insanlığın kabul ettiği, en gelişmiş standartlardır. O halde yasamız, çağdaş ve ilerici bir yasa…

Uygulamaya çalıştığımız ekonomik sisteme, liberal ekonomi adını veriyoruz. Liberal ekonomi ile vahşi kapitalizm arasında, kıl payı fark olduğunu gözden kaçırmayız umarım.

Liberal ekonomiyi, vahşi kapitalizme karşı korumak; doğayı korumak, rekabeti korumak ve de tüketiciyi korumak demektir öncelikle.

Demokrasi, liberal ekonominin siyasal rejimidir, vahşi kapitalizminki ise, faşizm. Tüketici haklarını savunmak, faşizme karşı demokrasiyi savunmaktır bir anlamda. Tüketici hakkı, insan hakkı değil mi zaten?

Halkımızın örgütlenmesinden de korkmuyor bu yasa, üstelik katılımcı. Hak ve görev vererek, tüketici örgütlenmesini özendiriyor. Tüketici örgütleri, hakem heyetlerinde temsil ediliyorlar, tüketici mahkemelerinde dava açma hakları var, tüketici konseyinde de varlar.

Kamu görevlilerinin, geleneksel demeç verme yasağını bile bu yasa deldi, ilk kez. Yasayı halka anlatabilmek için, konuşmamız emrediliyor. Susturulmamız yanlıştı, konuşmamız doğru. “Ey tüketiciler, tüpgaz hortumlarınızın boyu iki metreden fazla olmasın” dememizin, yasaklanmasındaki mantık ne?

Bu yasa, tüm insanlarımızın malı.

Bu yasa, sadece tüketiciyi değil, üreticimizi de çağa ulaştırmayı amaçlıyor.

Bu yasa, demokratik ve katılımcı.

Süreç içinde düzelecek yanlışları, giderilecek eksikleri var elbette…

Yeter ki halkımız sahiplensin.

Çünkü gerçek güç yasalarda değil, tüketici bilincinin gelişmesinde…

Gazete Ege, 9 Eylül 1996

Şirketler, Daha Az Vergi Vermek İçin Kuruluyor

Sanayi ve Ticaret İl Müdürü Erdinç Gönenç, varolan sanayi bölgelerinin dışında artık İzmir’de sanayiinin kurulmasına karşı. İzmir ve çevresinde çok güzel tarım ürünleri yetiştiğine dikkat çeken Gönenç, daha fazla sanayileşmenin tarımı ve doğa yapısını gerileteceği inancında.

-Sayın Gönenç, İzmir’e bir türlü gelemeyen doğalgaz hakkındaki görüşleriniz nelerdir?

Bunu sadece doğalgaz olarak düşünmek yanlış, bana kalırsa İzmir ekonomi ve ticari alanda hakettiğinin çok gerisinde kalmış durumda. İzmir’in bugüne kadar ihmal edildiğini söylemek yanlış olmaz. Yalnız son zamanlarda İzmirli yeni bir anlayış geliştirdi, “devletten bir beklentimiz yok, biz kendi işimizi kendimiz yaparız” diye düşünülüyor. Aslında doğalgazın çok önceden İzmir’e gelmesi gerekiyordu. Yatırım programlarında da doğalgazın İzmir’e getirilmesi ile ilgili herhangi bir program yok. İzmirli işadamları bu konuya el attılar ve bunun için çalışmalar başladı. Doğalgazın İzmir’e gelmesiyle elektrik açığının kapanacağına da inanıyorum.

-İzmir ekonomisinin daha iyi yere gelmesi için sizce neler yapılması gerekir?

Sanayi ve Ticaret İl Müdürlüğü olarak, çevreyi koruyarak sanayileşme politikasını güdüyoruz. Ben, 6 yıldır İzmir’de görev yapıyorum. Bu süre içinde sanayi bölgeleri dışında tek bir fabrika kuruluşuna izin vermedim. Dolayısıyla, organize sanayi bölgelerinin ve küçük sanayi sitelerinin kuruluşunu destekliyoruz, organize sanayi bölgeleri yanında uydu kentler gibi bir model düşünüyoruz. Şu anda çalışmaları devam eden organize sanayi bölgelerinin dışında bulunan Aliağa ve Torbalı gibi organize sanayi bölgeleri de hayata geçirilmeli. Yalnız ben bu çalışmalar tamamlandıktan sonra İzmir’de artık sanayi kurulmasına taraftar değilim. Çünkü, İzmir’in doğası çok zengin, tarım da çok güzel ürünler yetişiyor. Daha fazla sanayileşme tarımı ve doğa yapısını gerilecektir. Dolayısıyla İzmir’i sanayi kenti olmaktan çok, kültür, sanat, turizm, tarım ve kongreler şehri yapmak gerekiyor.

-Geçtiğimiz yıl İzmir’de kaç şirket kuruldu ya da kapandı?

Geçtiğimiz yıl, il içerisinde 116 anonim şirket kuruldu. 1490 anonim şirkette sermaye arttırımında bulundu. Yıl sonu itibarıyla çalışmalarına devam eden anonim şirket sayısı 5190. Bunlardan 460 tanesi tasviye, 25 tanesi iflas halinde bulunmakta, 8 tanesinin ise, yıl içinde tasviyesi tamamlanarak kaydı silinmiştir. Yine geçtiğimiz yıl, 5454 adet limited şirket kuruldu. Rakamlar kurulan şirket sayısının arttığını gösteriyor. Bu da ekonomide canlılık demektir. Ancak, kurulan bu şirketlerin tümü için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Bu şirketlerin önemli bir bölümü maalesef daha az vergi ödemek için kuruluyor. Böylelikle gelir vergisinden kaçmaya çalışıyorlar.

-Ülkedeki gelir dağılımındaki adaletsizliği önlemek için nelerin yapılması gerekiyor?

Bence, Türkiye’deki en büyük sorun istihdam sorunu. Türkiye, nüfusu hızla artan ülkelerden birisi. Dolayısıyla, çalışabilir nüfus sayısı da artıyor, öte yandan teknolojik gelişmede, daha az emek kullanılırlığı içeren şekilde gelişiyor. Yani, teknolojik gelişme ile nüfus artışı arasında çözümü son derece zor olan bir çelişki var. Yeni teknolojilere “hayır” diyemezsiniz, o zaman, uluslararası rekabette çok geri kalırsınız. Bu çelişkiyi çözemediğiniz zaman da işsizlik ortaya çıkıyor. Dolayısıyla, gelir dağılımındaki bozukluğu ortadan kaldırmanın temel yolu, insanlara iş sahası yaratmaktır. Burada devletin devreye girmesi gerekiyor. Ben de devletin ekonomiden elini eteğini çekmesi, özelleştirmenin yapılması görüşlerini elbette benimsiyorum. Ama, devlet, işsizliğe çözüm bulmak, özel sektörün yatırım yapmaktan kaçındığı doğudaki kalkınma sorununu çözmek için ister istemez ekonominin içine girecektir. O zaman yapılması gerekli olan iş, ileri teknoloji kullanımını gerektirmeyen bir takım yatırımları devlet eliyle yapmaktır.

-Sanayi ve Ticaret İl Müdürlüğü olarak, tüketicinin korunmasına yönelik çalışmalarınız var mı?

Biz, tüketicinin korunmasına büyük önem veriyoruz. Türkiye’de piyasa ekonomisi uygulamaya çalışıyoruz, serbest ekonomi, liberal ekonomi dediğimiz ekonomiyi uygulamaya çalışıyoruz. Bunun böyle olması doğal. Çünkü, demokrasinin ekonomik sistemi, serbest piyasa ekonomisidir. Planlı ekonomiyi bugün, küçük ve kapalı ekonomi modeli olduğu için uygulamak mümkün değil. Ama globalleşme olgusu ortaya çıktı ve Türkiye’deki şirketlerin çoğu çok uluslu hale geldi. Eğer, planlama düşünülecekse, bütün dünya ekonomisini aynı anda planlamak lazım. Tek bir ülkenin planlı ekonomide kalması mümkün değil, zaten bu model de totaliter rejimlerin ekonomisi haline geldi. Ama, serbest piyasa ekonomisini uygulayabilmek için üç maddeyi kurmak gerekir. Bunlar; tüketicinin korunması, rekabet ve çevredir. Bu üç maddeyi korumadığınız halde, ben piyasa ekonomisi uyguluyorum diye ortaya çıkarsanız, onun adı vahşi kapitalizm olur. Dolayısıyla, üç unsurun korunmasına İl Müdürlüğü ve bakanlık olarak çok büyük özen gösteriyoruz.

İzmir 2000 Dergisi, 1 Nisan 1998