Skip to main content

İzmir’im

Demokratik örgütler, belki beylik söylem olacak ama, “demokrasinin, vazgeçilmez bir unsurudur.”

Geçmişte, demokratik örgüt dendi miydi akla; sadece, dernekler, sendikalar gelirdi. Bir de mimar-mühendis odaları…

Şimdilerde artık; sanayi odaları, ticaret odaları ve esnaf odaları da demokratik örgüt. Üstelik çok güçlü birer baskı grubu. Doğrusu da bu. Bir de memur sendikaları olsa…

Ben, 1970’li yılların sonunda EBSO Meclis üyesi olarak görev yapmıştım. Sonraları, çok uzak kaldım. 1992 Mayıs’mdan bu yana, yeniden ilişki kurduğumda, çok değişmiş ve gelişmiş olduklarını gördüm. Başta siyasi partiler olmak üzere, pek çok demokratik örgütü aşmışlar.

Kanımca, bir meslek odasının, demokratik örgüt niteliği kazanmasının temel koşulu, sadece üyelerinin değil, tüm toplumun ortak çıkarlarını, kendi üyelerininki ile çelişse bile savunabilmesidir.

Bizim, bir İhtilaf, bir de İtiraz Komisyonumuz var. Esnaf ve Sanatkar Odaları Birliği, İzmir Ticaret Odası ve gerektiğinde EBSO temsilcileri ile birlikte görev yapıyoruz. Bu çalışmalarımızda, somut olarak gözlüyorum, meslek odalarımızın, söz konusu düzeye ulaştığını…

Meslek odalarımız artık, vergi toplanmasından yana. Tüketici haklarını savunuyor, doğaya sahip çıkıyor.

Ege Bölgesi Sanayi Odası, Sanayi ve Ticaret Bakanlığı ile birlikte, organize sanayi bölgeleri kurmaya çabalıyor. Organize Sanayi Bölgeleri ve küçük sanayi siteleri dışında sanayileşmeye birlikte karşı çıkıyoruz. Ticaret Oda’mız, “satılan mal geri alınmaz” ibaresi yerine, “satılan mal geri alınır” ibaresi istiyor işyerlerinde…

Katıldığım aylık meclis toplantılarında; Maliye Bakanlarının, bütçe sunuş konuşmaları düzeyinde konuşmalar izliyorum.
Peki öyleyse, neden geri kaldı, benim İzmir’im, Ege’m? Sanayi ve Ticaret Bakanı’mız, geçenlerde Oda ziyaretlerinde, Ege’yi çok geri kalmış olduğunu söylerken, gerçeği ortaya koymuyor muydu?

Bizler yeterince gelişememizden, siyasileri sorumlu tutarız. Haksız da sayılmayız yani…

Ya bizim sorumluluğumuz?

Aydınlı pamukçumuz, Akşehirli üzümcümüz, Kordon’da apartman satın almayı, fabrika kurmaya yeğlemedi mi?

Güzelim İmbatı, duvarların arasına tutsak ettik. Bir Alsancak yalısına çarpar, bir Karşıyaka yalısına. Bir türlü ulaşamaz, sokak aralarındaki çocukların saçlarına…

Kordon lokantaları, öğlenden doluyor. Çipuranın yanma, rakı çok yakışır. Ama iki duble bile içsen, öğleden sonra, hayır mı gelir insandan?

Kimimiz hergün gider geliriz yazın Çeşme’ye: “Sabahları İzmir’e giderken, alnı kabağımda güneş.”

Kimimiz ise, sadece hafta sonları gideriz, çoluk çocuğumuzu görmeye.

Kimimiz…

Öylesine severiz ki Çeşme’yi; İzmir-Ankara yolu, sırat köprüsü gibi dururken, otoyol döşedik, serin sularına…

İTO Haber, Eylül 1994, Sayı 68

Kapıdan Satışlar – 1

Benim çocukluğumda günlük alış veriş, kapıdan yapılırdı genellikle. Bu tür alış veriş, yok olmadı ama, epey azaldı günümüzde. Hem miktar, hem de çeşit olarak azaldı. Eskiden, bütün gün boyunca; eşekli, at arabalı satıcılar dolaşırdı, sokak aralarında… Yoğurt ya da tahin-pekmez satıcıları, omuzlarındaki askıyla taşırlardı, yüklerini. Boza satıcıları da öyle… Bardacıkların üzeri, incir yaprağı kaplı olurdu: “Haydi buz gibi bardacık, şeker lokum bardacık…” Balıkçılar, ellerinde hasır sepetle gezerdi, üstü ıslak çuval kaplı.

Şimdilerde de kamyonetli balık satıcıları, geçmiyor değil evimin önünden. Hem nadiren geçiyorlar hem de sardalyeden başka balık sattıkları yok. Benim çocukluğumdakiler; isparoz, lidaki ve de çipura satarlardı. Balıkları bizzat kendileri ve Körfez’den yakalamış olurlardı. Çipura bile alabilirdik ve aldıkmıydı tepside, etrafına domates, biber dizip, doğru mahallenin fırınına…

Artık, ne Körfez kaldı, ne balıkları.

Oysa çocuk halimle ben bile, her balığa çıkışımda, sekiz on isparoz yakalardım, Alsancak vapur iskelesi civarında.

Yoğurt, tahin-pekmez, plastik kaplarda satılıyor şimdi, boza satıcılarının, sesini bile duymaz olduk.

İyi mi oldu, kötü mü? İyi oldu ebette. Çünkü geliştik, kalkındık. Artık, değil süper, hipermarket zincirlerimiz var. Bir de Körfez’i öldürmeden, kalkınabilseydik. Benimki nostalji işte boşverin. Körfezler, nehirler mi önemli, yoksa onları kirleten fabrikalar mı?

“Fabrika demek, iş demek sanayileşmek demek”, peki göller – dereler ne işe yarar?

Fabrikalar kurulsun elbet, ama doğru yerlere kurulsun.

“Nereden başlayıp, nerelere geldin” demeyin. Bozacıyı özleyen biri, çocukluğunun Körfez’ini, elbette çıkaramaz aklından.

Gelelim kapıdan satışlara: Günümüz Türkiye’sinde artık, özel bir anlamı var, “kapıdan satış” deyiminin. Tüketicinin Korunması Hakkındaki Yasa’da özel bir yeri var ve de kavunkarpuz alışverişi, kapıdan satış sayılmıyor.

Kapıdan satışın ne anlama geldiğini anlamak için, Yasa’ya bakmak gerek. Şöyle diyor 8. maddesinde: “Kapıdan satışlar, işyeri, fuar, panayır gibi satış mekanları dışında, önceden mutabakat olmaksızın yapılan, değeri, iki milyon Türk Lirası’nı aşan tecrübe ve muayene koşullu satışlardır.” Aynı maddenin beşinci fıkrasında da şöyle bir hüküm var: “Satıcının, mal veya hizmeti, işyeri dışında satışa sunması, teamül, ticari örf veya adetten ise, bu madde uygulanmaz.

“Salça yapacağım” deyip, sokak satıcısından alacağınız domates, iki milyondan fazla bile tutsa ki tutabilecek gibi görünüyor; kapıdan satışlarda, tüketiciye sağlanan özel haklardan, yararlanamazsınız. Çünkü, teamül gereği…

İşte bu yüzden, çocukluk anılarımla başladım yazıma. Teamülü anlatmak için. Ama bu arada yerim bitti ve zorunlu olarak, devamı haftaya…

Gazete Ege, 30 Eylül 1996

Ekmek Olayı

Türkiye’de sadece İzmir’de ekmek fiyatı; gömlek fiyatı, sebze-meyve fiyatı gibi serbesttir. Yani Fırıncılar Odası ekmek tarifesi düzenlememekte, bu işi her fırın, kendi maliyetine göre kendisi yapmaktadır. İki yıla yakın bir süredir uygulanan sistemin, iyi sonuç verdiğini söylemek yanlış olmaz. Çünkü; azami fiyatın yirmi beş bin lira olduğu yakın dönemde, özellikle de yoksul semtlerde ekmek, yirmi ve hatta onbeşbin liradan satılmıştır. Ekmeğin otuz bin liraya çıkarıldığı şu son günlerde, rekabeti bozucu girişimler olduğu gözlenmekte ise de bu çabaların, aşağıda belirtilecek nedenlerle uzun sürmeyeceğine inanmaktayım. Çünkü; İzmir’deki ekmek üretim kapasitesi, gereksinimin beş katıdır.

Yasal Yetki Kimin?

1) Türkiye’de Fırıncılar Odası dışında, hiçbir kişi ve kuruluşun, ekmek tarifesi belirleme yetkisi bulunmamaktadır. Tarife diyorum, çünkü; tüketici açısından ekmeğin maliyetini sadece fiyat değil, aynı zamanda gramaj belirlemektedir.

Fırıncılar Odası bu yetkiyi, 507 sayılı Esnaf ve Sanatkarlar Kanunu’ndan almaktadır. Yani, liberal ekonominin ‘bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler’ mantığı gereğince hazırlanmış mevzuat, müdahaleci hükümet politikalarına elverişli değildir. Yani bugün, hükümetin ‘ekmek fiyatı yirmi bin-yirmi beş bin lira olacak’ diyebilmek için yasal yetkisi yoktur. Ekmek fiyatına müdahale edilecekse, yeni yasal düzenlemeye ihtiyaç vardır.

2) Mülki amirlerin ve belediye başkanlarının, ekmek tarifesi konusundaki tek yetkileri Fırıncılar Odası tarifesine itirazdan ibarettir. Bu yüzden, her ekmek zammında atılan ‘halkın ekmeği ile oynanıyor, vali bey uyuyor mu?’ türünden manşetlerle valilere haksızlık edilmektedir.

İtiraz mercii ise Sanayi ve Ticaret İl Müdürü Başkanlığı’ndaki üç kişilik, Tarife İtiraz Komisyonu’dur. Komisyonun diğer üyeleri, Esnaf ve Sanatkar Odaları Birliği ile Ticaret Odası temsilcileridir. Bu yapılanma bile itirazın kabulünün ne kadar güç olduğunu göstermeye yeter. Kaldı ki itiraz kabul edilse bile, Fırıncılar Odası’nın mahkemeye itiraz hakkı vardır ve dava süresince zamlı tarife uygulanır. Dava sonuçlandığında ise ekmek, iki-üç zam daha görmüştür bile…

Sanayi ve Ticaret İl Müdürleri’nin yetkisi de ancak itiraz durumunda (re’sen değil) komisyon başkanlığı yapıp, tek oyunu kullanmaktan ibarettir. İzmir’de gerek sayın valinin ve gerekse Sanayi ve Ticaret İl Müdürlüğü’nün, diyalog ve uzlaşma yoluyla, yasal yetkilerinin çok üstünde etkinlik sağlamış olduklarını belirtmek isterim.

Yasalar Çelişiyor

1) Fiyat belirleme yetkisinin sadece esnaf odasına verilmiş olması, günümüz gerçekleriyle çelişmektedir. Çünkü; fırıncıların önemli bölümü, esnaf olmaktan çıkmış; tüccar ve hatta sanayici niteliği kazanarak kendi odalarına üye olmuştur. Bunların Fırıncılar Odası’ndan tarife almak gibi bir hak veya ödevleri yoktur. Fırıncılar Odası’nın da öyle. Ticaret ve Sanayi Odaları’na verilmek istenen yetki, Anayasa Mahkemesi’nce iptal edilmiştir. O halde, tüccar ve sanayici fırıncının, ekmeği belirli bir fiyattan satması için yasal zorunluluk yoktur. Onlar da normal ekmekte Fırıncılar Odası tarifesine uymakla beraber, francala, paketli ekmek, dilimli ekmek, katkılı ekmek adıyla, istedikleri fiyatlara, ekmek satmaktadır.

2) Ekmeğin, tüm girdilerinin fiyatı serbesttir ve devamlı artmaktadır. Mayada ise tekel oluşumuna dair ciddi iddialar vardır. Bu durumda, sadece ekmeğin fiyatını sabit tutmaya çalışmak, Nasreddin Hoca türbesinin kapısına, kilit vurmaya benzemektedir.

3) Mal ve hizmet fiyatlarının, merkezi otoritelerce tarifelerle belirlenmesi, serbest piyasa ekonomisi kurallarına ve dolayısıyla da Avrupa Birliği koşullarına uymamaktadır. Kanımızca, ekmekte tarife hazırlanması, 4054 sayılı rekabetin korunması hakkında kanunun 4. maddesine açıkça aykırıdır. Aslında, çeşitli kuruluşlara, bağlayıcı tarife hazırlama yetkisi veren tüm mevzuat, bu kanuna aykırıdır. Ama yürürlükten kaldırılmadıkları için geçerlilikleri de sürmektedir.

Bu vesile ile mal ve hizmet tarifelerinin, tüketiciyi değil, meslek mensuplarını ve de çoğu kez tüketici aleyhine korumayı amaçladığını belirtmek isterim. Bence tarifeler, piyasa ekonomisinin değil, lonca sisteminin argümanlarıdır…

Ekmek konusundaki mevcut mevzuat, müdahaleci politikalara elverişli değildir.

Müdahale edilecekse, yeni yasal düzenlemeye gerek vardır. Bunun için de öncelikle, rekabet kurulunun, ekmeği, piyasa ekonomisi dışında değerlendirdiğine dair karar alması, Avrupa Birliği’ne uyum açısından gereklidir ve kurulun böyle bir yetkisi de vardır.

Ancak, bu durumda da ekmeğin tüm girdi fiyatlarının serbest olduğu düşünülerek gerekli sübvansiyon ve sübvansiyonu denetleme mekanizmaları, yani yeni bir bürokrasi yaratılmalıdır.

Kanımca bu uygulama, ucuzluktan çok, sübvansiyon zenginleri yaratacaktır.

Bu yüzden;

1) Özellikle kalite ve gramaj sorunlarının çözümü için ekmek mecburi standardının acilen yürürlüğe sokulması,

2) 4054 sayılı Kanuna ve Rekabet Kuruluna tam işlerlik kazandırılarak mafya bozuntuları ile mücadeleyi etkinleştirerek tam rekabet koşullarının yaratılması ve fiyat belirleme işlevinin serbest piyasaya bırakılması, gerektiğini düşünüyorum…

Cumhuriyet, 2 Ağustos 1997