Skip to main content

Mangal

Şimdi, tam mangalda et pişirme zamanı… Kuşkusuz, eğer bir bahçen ya da uygun balkonun varsa…

Ben bahçeyi yeğlerim. Mangalda et pişecekse, benim işimdir. Bahçeyi sulamak da öyle…

Bahçe sulanmadan önce; zararlı otlar, kurumuş dallar, yapraklar, ayıklanacaktır. Sonra, bütün bitkilerin yapraklarını, bir güzel yıkarım. Bir tek tozlu yaprak kalmayana dek… Su damlacıkları, güneşin son ışıklarında parlamaya başladığında sıra, köklere su vermeye gelmiştir. Kimine az, kimine çok su… Hortum, bir büyük ağacın havuzcuğunu doldurmaya başlamışsa, ben boş oturmam, mangalı, kömürü ortaya çıkarır, rüzgarın yönüne göre, uygun bir yer bulurum. Sulama biterken, mangal hazırdır. Ateşleme zamanını, mutfaktaki hazırlık belirler…

Şimdilerde mangal yakabilmek, her babayiğidin harcı değil. Güzelim bahçesi olup da mangalı olmayanları bile biliyorum. Oysa, küçük teneke mangallar var: ucuz, hafif ve de kullanılması kolay. Hangi ateş, mangal kömürünün tadını verebilir ete?

Benim çocukluğumun İzmir’inde, her evde en az bir mangal bulunurdu. Üstelik, ucuz teneke mangal değil, iki kenarı kulplu, ağır, bakır mangallardan. Üzerlerinde arada bir ızgara yapılsa da temel işlevleri evi ısıtmaktı. Alsancak’ın iç kesimindeki tüm evler mangalla ısıtılırdı. Kordon’daki tümü sakız biçimi evlerde soba, bazı otellerle kamu binalarında kalorifer de varmış. Duymuş ama görmemiştim.

Mangal, evin içinde yakılmaz. Yoksul mangalları da akşamdan akşama yakılırdı. Gün batımına yakın, sokaklar boyunca, sıra sıra dizilirlerdi. Üzerlerinde, kararmış, delinmiş, birer teneke boru… Borulardan önce alevler fışkırır, sonra kıvılcımlar; çıtır, çıtır, çıtır… Ateş böcekleri gibi uçuşur, arada bir yerimize dokunup, yakarlardı.

Kömür, tam kor olmadan içeri alınmaz, kokmasın diye de üzerine biraz limon ya da portokal kabuğu atılırdı. Yine de benim çocukluğumda İzmirliler, kanserden çok, kömür zehirlemesinden ölürlerdi…

Ateş, iyice küllendimiydi üşür, mangalı bacaklarımızın arasına alırdık. Kenarları, üzerlerine koyduğumuz ayaklarımızı, artık yakmazdı. İşte o zaman, ertesi gün yiyelim diye, küle, patates ya da kestane gömerdik. Ben ömrümde, patatesin, külde pişmişi kadar lezzetlisini hiç yemedim. Mangalı, mangal kömürü (elleme) ve de mangal kömürü külü olanlar denesin…

Kül mangalı doldurduğunda dökülmez, yağlı tencere ve tavaları arındırmak için kullanılırdı. Çamaşırda da kullanılırdı.

Mangal kömüründe pişecek köfte, özenle hazırlanmalı: Mutlaka bol baharat ister. Soğanı, sarmısağı ve maydanozu da olacak. Küçük küçük olacak. Yani, bilenler bilir, tükürük köftesi gibi…

Mangal pişiriciliğinin raconu, arada bir çöplensen de önce diğerlerini doyurmaktır. Zaten, ilk köftelerin kokusuna ekmek bansan, doyarsın. Doyanlar, birer ikişer dağılır. Ortalıktan el ayak çekilir. Sen; mangalınla, mangaldaki son köftelerin ve rakı bardağınla, başbaşa kalırsın.

Yaseminin yanına oturmuşum. Mis gibi kokuyor. Arada bir, bir damla su düşüyor üstüme. Havada tatlı bir serinlik…

Rakımdan bir yudum alıp, çocukluğuma, anneannemin evine uzanıyorum: Mangalın yanındaki yer minderinde, dizine uzanmışım. Üstüm örtülü ama, üşüyorum. Eski konsolun üzerindeki gaz lambasının ulaşamadığı karanlık köşelerde, hayalet arıyorum.

Ben şimdi, bindokuzyüz kırklı yıllardayım. Alsancak’ın göbeğinde.

Oysa televizyondan Tarkan soruyor, “Hepsi senin mi?”

Gümrük Birliği ve Tüketicinin Korunması

Gümrük Birliği’ne uyum yasalarının en önemlilerinden biri 4077 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkındaki Kanundur.

Gümrük Birliği’nin yararları ile halkımızın ilk tanışması bu Kanun sayesinde olmuştur.

Söz konusu Kanunu, Gümrük Birliği’nin bir dayatması olarak eleştirenler var: Doğrudur. Bu Kanun ülkemizde de çoktan yasalaşmalıydı. Öte yandan da “ülkemize dayatılanlar, hep böyle iyi şeyler olsa” demekten de kendini alamıyor insan…

Avrupa standartları, uluslararası kabul görmüş, en gelişkin standartlardır ve bunlara ulaşmak, cumhuriyetimizin, “Çağdaş uygarlık düzeyini yakalamak” hedefine uygundur.

Bilindiği gibi; Gümrük Birliği’ne girmek demek belirli bir süreç sonunda, serbest piyasa ekonomisini tüm kural ve kurumları ile kabul etmek demektir.

Ancak serbest piyasa ekonomisi ile vahşi kapitalizm arasında, kıl payı fark vardır ve gerekli önlemleri almazsanız, serbest piyasa ekonomisi uyguladığınızı sanırken, kendinizi vahşi kapitalizmin insana ve doğaya değer vermeyen, acımasız ortamında bulursunuz.

Bu tehlikeye karşı en başta yapılması gereken şey, rekabeti ve tüketiciyi korumaktır.

İşte, 4077 sayılı Kanun, bu açıdan da büyük önem taşımaktadır.

Bu “Kanun’u sadece tüketiciyi koruyan bir kanun olarak görmek de yanlıştır. Üreticiyi, Avrupa standartlarında üretim yapmaya zorlayarak, onları da korumaktadır. Bir başka deyişle, sanayicimiz Avrupa pazarından önce iç piyasada, gerçek rekabete alışacaktır.

Esasen, üretici-satıcı temsilcisi olan mesleki kuruluşları, yani Sanayi Odaları, Ticaret Odaları ve Esnaf Odaları da karşı çıkmak bir yana bu Kanunu desteklemişler ve hayata geçmesine katkıda bulunmuşlardır.

Kanun’un amacını, biz Sanayi ve Ticaret Bakanlığı olarak bir cümle ile “ülkemizde artık, satılan mal geri alınmaz devrini kapatmak, satılan mal geri alınır devrini başlatmak” olarak özetliyoruz.

Benim çocukluğumda çoğu dükkânda iki levha vardı; “Veresiye satışımız yoktur” ve “Satılan mal geri alınmaz”.

“Veresiye satışımız yoktur” levhası veya veresiye satan tüccarın perişan halini gösteren temsili resimler ortadan kalkalı çok oldu. Şimdi sıra “Satılan mal geri alınmaz” levhalarında.

Ülkemizde sermaye birikimi, nasıl ki taksitli satışlar geliştikçe büyümüşse, işletmelerimiz şimdi de sattıkları ayıplı malları geri alarak gelişecektir.

4077 sayılı Kanun tüketiciyi, ayıplı mala karşı koruyor. Bazı Avrupa ülkelerinde, malın iadesi için, ayıplı olma şartı bile aranmazken bizde, kapıdan satışlar hariç, aranıyor ve böylelikle satıcı da kaprisli müşteriye karşı korunmuş oluyor.

4077 sayılı Kanun, tüketiciyi, fiyata karşı da korumuyor. Zaten eğer koruyor olsaydı serbest piyasa ekonomisinin mantığı ile çelişirdi. Bu açıdan 4077 sayılı Kanunu, 4054 sayılı Rekabet Korunması Hakkında Kanun ile birlikte değerlendirmek gerekmektedir. Çünkü 4054 sayılı Kanun, tüketiciyi dolaylı yoldan fiyata karşı, ama tekel ve kartel fiyatlarına karşı koruyarak 4077 sayılı kanunu tamamlamaktadır.

İzmir’de bu iki Kanun’un birbirini tamamlayan özellikleri göz önünde tutularak, ekmek fiyatları serbest bırakılmış ve kanımca çok da iyi sonuç alınmıştır. Çünkü KİT ürünlerine yapılan zamlara rağmen İzmir’de ekmek fiyatları 1995 Aralık ayından bu yana 10.00 TL (250 gr. için) civarında sabit kalmıştır. Ve görülmüştür ki haksız fiyat artışları olursa bunun nedeni serbest rekabet değil, fırıncıların kartelleşmesi olacaktır. Kartelleşme de yakalanır veya yakalanmaz, açıkça bir suç oluşturmaktadır.

Bu noktada belirtmek gerekir ki; tüketici, 4077 sayılı Kanun’dan önce de korunuyordu. Tüketiciyi aldatanlar hakkında Türk Ceza Kanunu’nun 526, 363, 401, 402 sayılı maddelerine dayanılarak, çok sayıda dava açılmaktaydı. Ancak, adalet sistemimizin ağır yüklenmeden kaynaklanan yavaşlığı, etkinliğimizi azaltmaktaydı.

4077 sayılı Kanun ise bir yandan yeni bir takım kurumlar oluşturup, öte yandan idarenin yetkilerinin arttırarak tüketiciye, daha etkin bir koruma sağlamıştır.

Kanunda oluşturulan yeni kurumlar şunlardır.
a) Tüketici Sorunları Hakem Heyetleri
b) Tüketici Mahkemeleri
c) Tüketici Konseyi
d) Reklam Kurulu

Bu oluşumlarla ilgili açıklamalar, başka bir konuşmanın konusunu oluşturacak kadar geniştir. Ancak şu kadarını belirtmek gerekir ki buralara yapılacak başvuruların her türlü vergi, resim ve harçtan muaf tutulması, sistemin işlemesi açısından son derece büyük önem taşımaktadır.

İdarenin arttırılan yetkileri de ayrı bir tartışma konusu oluşturmakla birlikte, yine belirtelim ki en önemli bölümü, idari para cezası uygulamasıdır. İdari para cezası uygulamasında da önemli yenilik, bu cezalara idare mahkemelerinde yapılacak itirazların, tahsilatı durdurmamasıdır.

SONUÇ

Uygulayıcılarından birisi olarak, 4077 sayılı Kanun’un bir takım eksikliklerine rağmen, oldukça iyi bir Kanun olduğunu belirtebilirim.

Özellikle hakem heyetlerinin iyi çalıştığını ve günlük hayatımızdaki yerini aldığını söylemek mümkündür. İzmir İl Hakem Heyeti’ne 8 Eylül 1995 gününden bu yana yapılan başvuru sayısı 600’ü bulmuştur. Başvuruların büyük bölümü, tüketici lehine karara bağlanmış ve alınan kararların önemli bölümüne de taraflarca uyulmuştur.

Ancak yasalar ne denli iyi olursa olsun, bunların hayata geçirilebilmesi için en önemli unsur tüketici bilincinin gelişmesi ve tüketicinin kendi haklarına sahip çıkmasıdır.

(Kimya Mühendisliği Dergisi)

Basın Bildirisi
13.3.1998

Bilindiği gibi evrensel tüketici hakları, ilk olarak ABD Başkanı
J. F. Kennedy’nin 15 Mart 1962 tarihinde Temsilciler Meclisi’nde yaptığı konuşmasında dile getirilmiştir.

Daha sonraki yıllarda 15 Mart günü birçok ülkede ve son yıllarda da Türkiye’de “Tüketici Hakları Günü” olarak kutlanmaya başlamıştır.

Bu çerçevede 1998 yılında, Bakanlığımızca düzenlenecek etkinliklerin; öncekilerden farklı olarak, bir günle sınırlı kalmayarak, 14-21 Mart tarihleri arasında bir haftalık dönemi kapsayacak şekilde düzenlenmesi uygun görülmüştür.

“Tüketici Hakları Haftası” boyunca İl Müdürlüğümüz, Büyükşehir Belediyemizin de desteği ile billboardları ve belediye otobüslerini afişlerle donatacak ve halkımıza değişik konularda hazırlanmış bilgilendirme broşürleri dağıtacaktır.

Yine Müdürlüğümüz yetkilileri tarafından İzmir’deki 16 ilköğretim okulundaki öğrencilere konferanslar verilecektir.

İzmir’de tüketici bilincinin gelişmesinde büyük payı olan medyamızın konuya gereken önemi vereceği inancı ile bilgilerinize sunarım.

Saygılarımla.
E.G.

Balık

Evdekileri ben zorla alıştırdım. Haftada en az bir kez balık yeriz. Ya cumartesi, çoğunlukla da pazar akşamında…

Dün pazardı, Üçkuyular pazarına gittim. Balıkçı tezgahları neredeyse boş. Hamsinin kilosu onbine. Hamsi küçük olur, ama bunlar hamsi bebesi. Hani avlanma yasakları…

Bir tezgahta iki palamut gördüm. İkisi, bizim üçümüze eh yeter. Gel de al alabilirsen: Tanesi yüzbin lira, biftek bile daha hesaplı.

Bindokuzyüzaltmışlı yıllarda, Karaköy Köprüsü üstünde balık satarladı. Çingen palamutun çifti iki buçuk lira. Gülhane Parkı’ndan Kumkapı’ya kadar, çiroz sergileri uzanırdı.

Öğle yemeklerim ucuza gelsin diye, Köprü altına balık yemeğe giderdim. Ya uskumru ya da palamut ızgara. Küçük balıkçı lokantaları vardı. Ne de olsa, memur kısmına, sandaldan balık-ekmek yemek yakışmaz…

Bir de Perşembe Pazarı balıkçımız vardı: Oraya gittik miydi, özenle kızartılmış palamutun yanında, gelsin bir şişe de ucuz beyaz şarap…

Balıklardan ben, en çok uskumruyu, palamutu severim, bir de sardalyayı… Güya da İzmirliyim ama ben; isparozu, lidakiyi ve de çipurayı bile, daha az severim.

Lüfer dururken, uskumruyu; kılıç dururken, palamutu; kalkan ve trança dururken, sardalyayı sevmek; Galatasaray dururken, Beşiktaş’ı sevmeye benziyor belki ama ben, Beşiktaş’ı seviyorum, sardalyayı, uskumruyu, çingen palamutunu seviyorum.

Aslında palamutu, tanesi yüzbine bile olsa görebilmek güzel. Geçen yıl hiç göremedim gibi… Balık çiftlikleri olmasa, çipurayı da unutacağımız kuşkusuz. Havuzda çipura üretenlere saygım var, bir canlı türünü geliştirip koruyorlar. Ama alınmasınlar: Nerede onların çipurası, nerede rahmetli babamın sabaha karşı Bayraklı kıyısında yakalayıp, ıslak çuval içinde getirdiği çipuralar. Bir tanesi ile hepimiz doyardık. Bir büyük tepside, etrafına, domates, patates, patlıcan falan dizerek fırına verir ve öyle doyardık.

Balık pişirmek bir sanattır. Her balık, aynı ateşte, aynı yöntemle pişirilmez. Pişirilirse ne olur? Pişirilirse, yazık olur. Çipura ya mangal da ızgara ister ya da kara fırında fırınlanmayı. Barbuna tava yakışır, kefale bol soğan, sarmısak ve de bol baharat eşliğinde pilaki olmak… Ben sardalyayı ızgara da yapıyorum buğulama da. Benim sardalya buğulamamda sadece su, sıvı yağ, limon ve de karabiber bulunur. Parmaklarınızı yalarsınız yerken…

Diyorum ki, emekli olup, küçük bir dükkan açsam: Balık pişirip satmak için. Hergün birkaç kilo balığı, sekiz-on müşteriye, kendi bildiğim gibi pişirip satsam. Hem para kazansam, hem de balıklar iyi pişmişse, yaptığım işten, keyif duysam.

Halkım beni burs vererek Mülkiye’de okuttu. Müfettiş, müdür, genel müdür yardımcısı ve genel müdür yaptı. İyi yetiştirdi, iyi deneyim kazandırdı. Bir yıllığına Londra’da bile yaşattı. Sonradan 1402’lik olduysam bunda benim halkımın kusuru yok. Ama, benim de kusurum yok. Halkımın Danıştayı da bir yolunu buldu, beni 1402’den kurtardı. Bir zamanlar üyesi olduğum siyasal parti de bana bir il müdürlüğü bile verdi. Görevimi iyi yapıyorum. Batık denen KİT’lerden birini yönetmeyi yeğlerdim. Demiryolculuk, Atatükçülüktür. Karayollarına değil de Devlet Demir Yollarına genel müdür olmak isterdim.

Arabam yok. Yazlığım, yani bahçem de yok. Bu demektir ki; mangalda ızgara yapamam. Sermayem de yok, lokanta da açamam. O zaman, gelsin sardalya buğulama…

Ama, ben yiyorum diye tükeniyorsa balıklar, balık da yemeyeceğim. Trolle, kalleşçe avlanmış balıkları yemek istemiyorum. Misina ile savaşarak mertçe, yakalanmalı benim yiyeceğim balık.

Yaşam denizlerde başlamış. Belki de yeniden denizlere dönecek, yer kürenin patlamadığı bir kıyamet sonrası…

Ben, balık yemekten çok, balıkların yaşamasını seviyorum, masmavi denizlerde…