Skip to main content

Kapıdan Satışlar – 1

Benim çocukluğumda günlük alış veriş, kapıdan yapılırdı genellikle. Bu tür alış veriş, yok olmadı ama, epey azaldı günümüzde. Hem miktar, hem de çeşit olarak azaldı. Eskiden, bütün gün boyunca; eşekli, at arabalı satıcılar dolaşırdı, sokak aralarında… Yoğurt ya da tahin-pekmez satıcıları, omuzlarındaki askıyla taşırlardı, yüklerini. Boza satıcıları da öyle… Bardacıkların üzeri, incir yaprağı kaplı olurdu: “Haydi buz gibi bardacık, şeker lokum bardacık…” Balıkçılar, ellerinde hasır sepetle gezerdi, üstü ıslak çuval kaplı.

Şimdilerde de kamyonetli balık satıcıları, geçmiyor değil evimin önünden. Hem nadiren geçiyorlar hem de sardalyeden başka balık sattıkları yok. Benim çocukluğumdakiler; isparoz, lidaki ve de çipura satarlardı. Balıkları bizzat kendileri ve Körfez’den yakalamış olurlardı. Çipura bile alabilirdik ve aldıkmıydı tepside, etrafına domates, biber dizip, doğru mahallenin fırınına…

Artık, ne Körfez kaldı, ne balıkları.

Oysa çocuk halimle ben bile, her balığa çıkışımda, sekiz on isparoz yakalardım, Alsancak vapur iskelesi civarında.

Yoğurt, tahin-pekmez, plastik kaplarda satılıyor şimdi, boza satıcılarının, sesini bile duymaz olduk.

İyi mi oldu, kötü mü? İyi oldu ebette. Çünkü geliştik, kalkındık. Artık, değil süper, hipermarket zincirlerimiz var. Bir de Körfez’i öldürmeden, kalkınabilseydik. Benimki nostalji işte boşverin. Körfezler, nehirler mi önemli, yoksa onları kirleten fabrikalar mı?

“Fabrika demek, iş demek sanayileşmek demek”, peki göller – dereler ne işe yarar?

Fabrikalar kurulsun elbet, ama doğru yerlere kurulsun.

“Nereden başlayıp, nerelere geldin” demeyin. Bozacıyı özleyen biri, çocukluğunun Körfez’ini, elbette çıkaramaz aklından.

Gelelim kapıdan satışlara: Günümüz Türkiye’sinde artık, özel bir anlamı var, “kapıdan satış” deyiminin. Tüketicinin Korunması Hakkındaki Yasa’da özel bir yeri var ve de kavunkarpuz alışverişi, kapıdan satış sayılmıyor.

Kapıdan satışın ne anlama geldiğini anlamak için, Yasa’ya bakmak gerek. Şöyle diyor 8. maddesinde: “Kapıdan satışlar, işyeri, fuar, panayır gibi satış mekanları dışında, önceden mutabakat olmaksızın yapılan, değeri, iki milyon Türk Lirası’nı aşan tecrübe ve muayene koşullu satışlardır.” Aynı maddenin beşinci fıkrasında da şöyle bir hüküm var: “Satıcının, mal veya hizmeti, işyeri dışında satışa sunması, teamül, ticari örf veya adetten ise, bu madde uygulanmaz.

“Salça yapacağım” deyip, sokak satıcısından alacağınız domates, iki milyondan fazla bile tutsa ki tutabilecek gibi görünüyor; kapıdan satışlarda, tüketiciye sağlanan özel haklardan, yararlanamazsınız. Çünkü, teamül gereği…

İşte bu yüzden, çocukluk anılarımla başladım yazıma. Teamülü anlatmak için. Ama bu arada yerim bitti ve zorunlu olarak, devamı haftaya…

Gazete Ege, 30 Eylül 1996

Yaşadığımız Çağ, Teknolojik Devrim Çağı

Bizden önceki hiçbir nesil, böylesine bir teknolojik değişim yaşamadı. Benim çocukluğumda, yaşadığımız evde, hem de İzmir’in göbeğinde, Alsancak’ta elektrik yoktu. Gaz lambası ile aydınlanır, mangalla ısınırdık. Pek çok evde soba bile yoktu.

Şimdi, oğlumun PC’si var. TV’nin uzaktan kumandasının işlevini ondan öğreniyoruz. Tüm tuşların işlevini öğrenebilmiş değiliz elbette. Oğlum da kömür mangalı yakamıyor…

Teknolojik gelişmenin, en hızlı yaşandığı alanlardan biri, inşaat sektörü. Eskiden dört-beş yılda bitirilen inşaatların tamamlanması, bir yıl bile sürmüyor. Müteahit batmazsa veya hırsız değilse tabii.

Çıkrıkların ucuna bağlanmış gaz tenekeleri ile üçüncü kata beton çekmeye uğraşan “amele”lere pek rastlanmıyor. Transmixer geldimiydi, beton pompası sekizinci, onuncu kata, ulaştırıveriyor hazır betonu. Beton hortumları, ne kadar yükseğe ulaşabilir bilmiyorum ama İzmir Hilton’a bakınca, “çok yükseğe” diye düşünüyorum.

Şehirlerarası yollarda, transmixerler beni korkutuyor doğrusu. Ama deprem olduğunda da hemen sütun altına sığınıyorum. Bizim bina sahilde. Deniz dolgusu sanırım. Ama biliyorum ki sütunlar, kazık yöntemi ve hazır beton sayesinde çok derinlere çakılmıştır.

Yurdumuz, otoyollarla, gökdelenlerle kaplanıyor. Bunda teknolojik gelişmenin yarattığı, beton santrallerinin, transmixerlerin, beton pompalarının ve hortumlarının payı büyük. Gerçi; İzmir-Çeşme arasında, otoyol mu gerekirdi yoksa, mevcut yolu gidiş-geliş, ikişer şeritli yapmak yeter miydi, tartışılır. Özellikle de İzmir-İstanbul ve İzmir-Ankara yolları, birer sırat köprüsü gibi dururken. Bir de acaba Avrupa, Amerika otoyollarında bu kadar çok viraj var mıdır diye düşünüyor insan… Yine de yurdumuzun otoyollarla, gökdelenlerle donanması güzel. Teknolojik gelişme sayesinde, hazır beton sayesinde. Bir de hazır beton, kötüye kullanılmasa. Evet, nasıl ki emniyeti suistimal varsa, rekabetin korunması açısından, hakim durumun kötüye kullanılması varsa, hazır betonun kötüye kullanılması da var: Betonlaşma…

Benim çocukluğumda; Alsancak Kordonu, Karşıyaka Yalısı, Güzelyalı hep en çok iki üç katlı evlerle, köşklerle kaplıydı.

Alsancak’ta genellikle bitişik nizamdılar ama, Karşıyaka’da, Göztepe ve Güzelyalı’da bahçeler içindeydiler. Taştan yapılmaydılar ve yüzlerce depremi ayakta atlatmışlardı. Sıcak yaz gecelerinde, imbat estimiydi, sokak aralarına kadar uzanırdı. Şimdilerde, İzmir Körfezi, boydan boya bir Çin Seddi ile çevrili ve imbat yine esiyor ama, sokak aralarına ulaşıp, çocukların saçlarını okşayamıyor.

Benim çocukluğum, erik ağaçları üzerinde geçti. Yaz günlerim, güzelim Körfez’de yüzerek.

Şimdi ne Körfez var ne de erik ağaçları…

Benim oğlum, bilgisayar kullanıyor ama hiç erik ağacına tırmanamadı…

Gazete Ege, 13 Nisan 1997

Mangal

Şimdi, tam mangalda et pişirme zamanı… Kuşkusuz, eğer bir bahçen ya da uygun balkonun varsa…

Ben bahçeyi yeğlerim. Mangalda et pişecekse, benim işimdir. Bahçeyi sulamak da öyle…

Bahçe sulanmadan önce; zararlı otlar, kurumuş dallar, yapraklar, ayıklanacaktır. Sonra, bütün bitkilerin yapraklarını, bir güzel yıkarım. Bir tek tozlu yaprak kalmayana dek… Su damlacıkları, güneşin son ışıklarında parlamaya başladığında sıra, köklere su vermeye gelmiştir. Kimine az, kimine çok su… Hortum, bir büyük ağacın havuzcuğunu doldurmaya başlamışsa, ben boş oturmam, mangalı, kömürü ortaya çıkarır, rüzgarın yönüne göre, uygun bir yer bulurum. Sulama biterken, mangal hazırdır. Ateşleme zamanını, mutfaktaki hazırlık belirler…

Şimdilerde mangal yakabilmek, her babayiğidin harcı değil. Güzelim bahçesi olup da mangalı olmayanları bile biliyorum. Oysa, küçük teneke mangallar var: ucuz, hafif ve de kullanılması kolay. Hangi ateş, mangal kömürünün tadını verebilir ete?

Benim çocukluğumun İzmir’inde, her evde en az bir mangal bulunurdu. Üstelik, ucuz teneke mangal değil, iki kenarı kulplu, ağır, bakır mangallardan. Üzerlerinde arada bir ızgara yapılsa da temel işlevleri evi ısıtmaktı. Alsancak’ın iç kesimindeki tüm evler mangalla ısıtılırdı. Kordon’daki tümü sakız biçimi evlerde soba, bazı otellerle kamu binalarında kalorifer de varmış. Duymuş ama görmemiştim.

Mangal, evin içinde yakılmaz. Yoksul mangalları da akşamdan akşama yakılırdı. Gün batımına yakın, sokaklar boyunca, sıra sıra dizilirlerdi. Üzerlerinde, kararmış, delinmiş, birer teneke boru… Borulardan önce alevler fışkırır, sonra kıvılcımlar; çıtır, çıtır, çıtır… Ateş böcekleri gibi uçuşur, arada bir yerimize dokunup, yakarlardı.

Kömür, tam kor olmadan içeri alınmaz, kokmasın diye de üzerine biraz limon ya da portokal kabuğu atılırdı. Yine de benim çocukluğumda İzmirliler, kanserden çok, kömür zehirlemesinden ölürlerdi…

Ateş, iyice küllendimiydi üşür, mangalı bacaklarımızın arasına alırdık. Kenarları, üzerlerine koyduğumuz ayaklarımızı, artık yakmazdı. İşte o zaman, ertesi gün yiyelim diye, küle, patates ya da kestane gömerdik. Ben ömrümde, patatesin, külde pişmişi kadar lezzetlisini hiç yemedim. Mangalı, mangal kömürü (elleme) ve de mangal kömürü külü olanlar denesin…

Kül mangalı doldurduğunda dökülmez, yağlı tencere ve tavaları arındırmak için kullanılırdı. Çamaşırda da kullanılırdı.

Mangal kömüründe pişecek köfte, özenle hazırlanmalı: Mutlaka bol baharat ister. Soğanı, sarmısağı ve maydanozu da olacak. Küçük küçük olacak. Yani, bilenler bilir, tükürük köftesi gibi…

Mangal pişiriciliğinin raconu, arada bir çöplensen de önce diğerlerini doyurmaktır. Zaten, ilk köftelerin kokusuna ekmek bansan, doyarsın. Doyanlar, birer ikişer dağılır. Ortalıktan el ayak çekilir. Sen; mangalınla, mangaldaki son köftelerin ve rakı bardağınla, başbaşa kalırsın.

Yaseminin yanına oturmuşum. Mis gibi kokuyor. Arada bir, bir damla su düşüyor üstüme. Havada tatlı bir serinlik…

Rakımdan bir yudum alıp, çocukluğuma, anneannemin evine uzanıyorum: Mangalın yanındaki yer minderinde, dizine uzanmışım. Üstüm örtülü ama, üşüyorum. Eski konsolun üzerindeki gaz lambasının ulaşamadığı karanlık köşelerde, hayalet arıyorum.

Ben şimdi, bindokuzyüz kırklı yıllardayım. Alsancak’ın göbeğinde.

Oysa televizyondan Tarkan soruyor, “Hepsi senin mi?”