Skip to main content

Ayva Kokulu Muğla

Mustafa, Yayla’daki yerini kapatıp, işi bırakmış. Duyunca üzüldüm… Büryani da çok güzeldi ama, Anadolu’da güzel tandır yapan çoktur, ben ekşili tavuğunu unutmayacağım. Mustafa’nınki gibisini, başka hiç bir yerde yemedim. İçine, soğan, sarımsak, maydanoz ve de bolca baharat doldurdulduktan sonra, puf böreği gibi katlanıp, ızgarada pişirilen, bifteği de ondan öğrendim. O bifteği artık ben de yapabiliyorum, ayda -yılda bir de olsa. Ekşili tavuğu yapabilmemin ise mümkünü yoktur…

Mustafa, tam benim yaşımda, sanırım aramızda ay farkı bile yok. Güreş tutmaya bayılır. Bir kez beni de zorladı, neredeyse kaburgalarımı kırıyordu.

Beni Mustafa ile tanıştıran, Erman Şahin’dir. Yazın gittikmiydi, ulu çınarlardan birinin altına kurardık masamızı. Yay-la’nın kendine özgü serinliği, bedenimi sarmışken, Erman Şahin, “çakı bıçağı” ile domateslerin, Yayla ayvasının kabuğunu soyardı. Rakıya, salata ile başlar, büryan yani içi doldurulmuş biftekle sürdürürdük. En sonunda gelsin ekşili tavuk.

Kışın gittiğimizde ise, eski taş binanın soğuğuna aldırmaz, ocakta yanan çam kütüğünün ateşi ile ısınmaya çalışırdık. Bir keresinde, Yayla’yı sel basmışken gitmiştik. Mustafa bizi, içeriye sırtında taşımıştı. İçeride de diz boyu su vardı ve biz, kayıkta oturur gibi, ayaklarımızı dizimizin altında toplayıp, kirbetin üstünde oturarak çekmiştik kafayı…

Mustafa’nın yerine; İsmet’le, Oktay Ekinci ile, Ufuk Ongan ve hatta, İlhan Selçuk ile de gittim. Ama en çok birlikte gittiğim kişi, herhalde Mehmet Özavcı’dır. Ortaklık ya da iş yaptığımız konuklarımızı orada ağırlardık. Bizden göbek mantarı, defne, bal ya da susam almak için gelenleri yani. Beni özleyip ziyarete gelen arkadaşlarımı da oraya götürürdük: Metin Dikenelli’yi, Aydın Erdim’i…

Mustafa’nın, Yayla’daki yeri kapanmış. Yenileri açılmıştır herhalde, hem de gösterişli. Bir güzel devir daha bitti demek ki; yenileri, Mustafa’nınkinin yerini dolduramaz.

Muğla yıllarım, benim sürgün yıllarım sayılır. Kira ödemeden oturabileceğim, başka bir yer yoktu ve ben, kira ödeyemezdim. Ticaretten başka geçim yolu da kalmamıştı. Muğla’da kira ödemediğim bir evde oturdum ve Muğla’da yetişen tarım ürünlerinin de ticaretini yaptım. Beni, Muğla bağrına bastı yani. İşletmecilik Yüksek Okulu’nda öğretim görevliliği bile yap-tırdı. Onu da benden alan Muğla değildir…

Bugünlerde de Muğla, desteğe gereksinimim olduğunda bana destek vermekte. Biliyor ve seviniyorum. İzmir’de rastladığım eski öğrencilerimin; “hocam” deyişini, çok seviyorum.

Muğla güzel, Muğla; Muğla merkez ama, henüz bakir. Umarım, bir üniversite kenti olarak gelişir. Her yere sanayi gerekmiyor.

Muğla, çok güzeldir de, benim için, Mustafa’nın Yayla’daki yerinin, özel yeri var…

Düşümde oraya gidiyorum, ayva kokusu soluyorum.

Gazete Ege, 18 Kasım 1996

Zeytin Ağacı…

Ben zeytin ağacıyım… Ana yurdum Anadolu’dur.

Yaşamak için, en uygun toprağı ve iklim koşullarını, Akdeniz kıyılarında buldum.

İncir ve çekirdeksiz üzüm kardeşlerimle birlikte, Ege Bölgenizin simgesini oluştururum.

Diğer tarım ürünlerinin yetişmediği, kıraç, eğimli, kurak ve yoksul topraklarda yetiştirilebilirim.

Bu nedenle, kıyılarınızı süslemek yanında, özel bir ekonomik değerim de vardır…

Aslında, biraz geç mahsule yatarım. Ancak, altı-on yaşlarım arasında ekonomik ürün vermeye başlarım ve olgunluk dönemine, seksen-yüz yaş arasında ulaşabilirim.

Bu özelliğimin nedeni, tembellik değil; çok uzun ömürlü oluşumdur. Eğer kesmez köklemezseniz, biraz da bakım gösterirseniz, bin yıl yaşayabilirim ben…

Dolayısıyla, pek çok insan neslini görebilirim ve bu özelliğim nedeniyle de, kişilerin ve hatta bir tek neslin malı sayılmam gerekir. Beni, ulusal bir servet saymalı ve yok edildiğimde boşluğumun kolay doldurulamayacağını bilmelisiniz…

Aslında, bana diğer ülkelerdeki kadar iyi baktığınızı söylemem. İspanya, Yunanistan gibi ülkelerde, zeytinimi beni hırpalamadan toplamak için çeşitli teknikler geliştiriyorlar. Beni insan boyunda tutmayı bile başardılar ki, zeytinlerimi elle toplasınlar.

Siz ürünümü almak için beni hala sopalarla döversiniz. Bu nedenle, filizlerim zedelenir ve bir yıl iyi ürün verirsem ertesi yıl veremem. Yok yıllarındaki ürünüm, var yıllarına göre dörtte bir oranına kadar iner. Toprağımı çok seyrek sürer, hemen hemen hiç gübre vermezsiniz.

Dolayısıyla, ana yurdum Anadolu, ağaç varlığı açısından, dünyada ancak dördüncü sırayı alabilmektedir. Bu durumdan üreticimi sorumlu tutmuyorum…

Çok uluslu tekeller yağımı unutturdu. Halkınızı margarine alıştırdı. Yağımı tanıtmak, kullanımını özendirmek için; radyolarınızda, televizyonunuzda bir tek program bile yapılmıyor…

Yunan halkı kişi başına yılda yirmi bir kilogram zeytinyağı tüketirken, siz kişi başına, ancak iki kilogram tüketiyorsunuz.

Anadolu’da beni hiç tüketmeyenler var…

Oysa, sıvı vağ açığınız, yılda yüzelli bin tonu buluyor ve bu açığı kapatmak için siz, yurt dışından ayçiçek yağı getiriyorsunuz.

Bu koşullarda da, benim korunmam ve bakımım, üreticimin gücünü aşıyor… Ürünü para etmiyor çünkü…
Devlet korumasının, devlet desteğinin artması, ulusal parklarda korunmaya alınmam gerekirken devlet elini eteğini, büsbütün çekiyor…

Ben tüm olumsuzluklara karşın, varlığımı sürdürdüm, yine sürdürürüm.

Ama, şimdi de beni kesip kesip, kökleyip kökleyip, yerime çirkin villalarınızı dikmeye başladınız….

Kıyılarınızda sayım giderek azalıyor.

Üçkuyular’daki tepede, şimdi benim yerimde koskoca Oyak Sitesi yükseliyor. Balçova teleferikte de kıydınız bana.
Ben yaşamak istiyorum…

Siz de torunlarınızın, onların torunlarının yaşamasını istemelisiniz.

O zaman bırakın beni, bin yıl yaşayayım…

Cumhuriyet, 13 Ocak 1990;
Gazete Ege, 8 Eylül 1997

Su Baskını

Belki de hiç bir zaman, devamlı ve düzenli su alamamış evlerin sakinleri, bir sabah uyandıklarında kendilerini, yarı bellerine kadar suyun içinde bulurlar. Bir yıllık gereksinimlerinden fazlası, toptan gelmişti…

Bu paradoks olmasa, su baskını da olmazdı.

Bizim dairenin kapısı, 1349 Sokakta. Sokak, Cumhuriyet Bulvarı’na çıkıyor ve denize otuz metre kadar uzakta. Yine de İzmir’de en çok su baskınına uğrayan sokaklardan biri. Oysa ki yılda, 100 binden fazla insanın girip çıktığı bir kapı orada. Altı yıl önce göreve başladığımda, üstelik toprak bir yoldu. Sular çekilir, çamur kalırdı. Sağolsun Ahmet Sarışın, hemen asfaltlattı. En ufak sağanakta bile su baskını sürünce, bir kat daha sonra bir kat daha asfalt. Ama bizim işyerinin sokağı yükseldikçe, Cumhuriyet Bulvarı da yükseldiğinden, biz hep çukurda kaldık ve baskının önünü alamadık. Oysa görevlilerimiz, logarları devamlı temiz tutmaktadır. Logarlardan, yağmur suyu denize gideceğine, kabaran deniz bize gelmektedir. Yolumuzu daha fazla yükseltmek de artık mümkün değildir. Çünkü bu kez, bina girişi yolun altında kalacak, sular binaya dolacak. Son çare olarak, binayı kuşatan daracık kaldırımı yükselterek, tek kişilik bir geçit ürettik.

Birinci Kordon’un ve Cumhuriyet Bulvarı’nın eğimi, suları denize doğru değil, bize doğru göndermektedir. Mustafa Kemal Sahil Bulvarı’nda ise, doğal ki onun Karataş’tan başlayan ve su tutmasın diye özel olarak yeniden yapılan bölümünde, su birikintisi bile olmamaktadır. Demek ki istenirse oluyor…

Aslında yağmur bizden, yok ettiğimiz, toprağın ve yeşilin intikamını alıyor. Çocuk olduğum çağlarda, İzmir’i çevreleyen tepeler, gecekondu ile değil, toprakla kaplıydı. Ormanlar değilse bile ağaçlar vardı. Yollar, asfalt değil parke kaplıydı. Ama “sevgi yollarına” döşenen şimdiki asfalttan farksız beton parke değil, gerçek taş parke: Onarım sırasında ya da yenisi yapılırken görürdüm. Önce zemine kum döşenirdi ve onun üzerine parke taşlarını, büyük bir özenle aralıklı olarak yerleştirirlerdi. Aralıklara da kum doldurulurdu ve yağmur suları elini kolunu sallayıp evlere doğru akıp gidemezdi…

Ara sokaklar, parkeleri ana yollardaki kadar özenli yapılmadığından, biraz çamur olurdu ama daha çok su emerdi. Üstelik hemen hepsinde, dut ağaçları, akasyalar vardı ve suyu çok severlerdi.

Şimdiyse, Kültür Park içinde bile toprak bulmak zorlaştı. Büyük bölümü beton ve asfalt kaplı.

Yağmur, intikam için yağmıyor elbette. Toprağı doyurmak, yeşilin susuzluğunu gidermek için yağıyor. Yaşamın sürmesi için yağıyor yani. Yoksa yağmasa mıydı?

Ne yapabilir ki zavallı yağmur? Toprağı ve yeşili bulamayınca, gecekonduların damlarından, gri-beton blokların üzerinden, yanlış eğimli asfalt yollara dolup, denize paralel bulvarlarımızı birer nehire çevirdikten sonra, evlerimize saldırıyor.

Gazete Ege, 9 Şubat 1998