Skip to main content

Alsancak Garı

İsmet Paşa’yı ilk kez Alsancak Garı’nda gördüm. Trenle geldi. Nereden gelmişti bilmiyorum ama, Alsancak Garı’na geldi.

Çelik miğferli asker kıtası, esas duruşta karşıladı. Ben onu, vagonun penceresinden el sallarken uzaktan görebildim. Dedem beni sırtına almıştı.

Askerler, polisler ve İsmet Paşa; görüntü görkemliydi ama, biraz da ürküntü verici…

O zamanlar o, Milli Şefti.

İsmet Paşa, yanlış anımsamıyorsam, Alsancak Garı’ndaki şimdi Devlet Demir Yolları Hastanesi olarak kullanılan binada kalmıştı. Onu tekrar görebilmek umuduyla Gar’m çevresinde dolaşıp durmuştuk.

Alsancak Garı, en kalabalık olduğu sırada bile, sanki tenhadır. Bir gariptir, sessiz ve hüzün vericidir.

Hiç bir zaman, birinci sınıf bir gar olamadı…

Birinci sınıf olabilmek için bir gar, trenleri ya İstanbul’a gönderebilmeli ya da Ankara’ya. Alsancak Garı’ndan ise, ne İstanbul’a tren kalkıyor ne de Ankaraya’ya…

Alsancak Garı çirkindir. Dışı güzel, ama içi çirkindir, soğuktur. Neşeli giren durgunlaşır. Havaalanı tren seferleri bile kurtaramıyor Alsancak Garı’nı. Ama ben seviyorum, o bana çocukluğumdan kaldı…

İsmet Paşa ya İzmir’e geldiği o yıl ya da bir yıl sonrası, seçimi kaybetti.

İyi anımsıyorum, garın karşısındaki parkta, temizlik işçileri zafer gösterisi yapmışlardı. Yağdırılan küfürler hâlâ aklımda; çok üzülmüştüm.

Atatürk, bıyıksız yaşadı Cumhuriyeti. Paşa ise, hep bıyıklıydı. Ama bıyık, laikliğini engellemedi hiç. Namazını gizlice kılarmış…

İkinci adamken başarılıydı; Ata’yı tamamladı.

İkinci adamı varken de başarılıydı. Tamamlarken de tamamlandığında da başarılıydı.

Şimdilerde de Alsancak Garı’na gittiğim oluyor. İs kokusunu koklamak, geçmişi anımsayıp hüzünlenmek, hoşuma gidiyor bazen.
Küçücük bir çay ocağı var. Yorgun işçiler, çaylarını yudumlarken televizyon izliyorlar.

Girip, ben de bir çay söylüyorum.

Aklıma Gar’m önündeki renk renk aslanağızları, hercai menekşeler geliyor. Bir de sıra sıra dizilmiş paytonlar…

Karşıdaki park, şimdikinden çok büyük ve yemyeşil. Çimenlerin üzerinde güreşiyoruz, yonca toplayıp yiyoruz. Park bekçisi, peşimizden kovalıyor.

Parkın önünde iki-üç siyah taksi…

Çayımı bitince kalkıp çıkıyorum.

Garın duvarındaki Phillips bisiklet reklamını anımsıyorum bu kez: “Bisiklet üstündeki zenci çocuk, kendisini kovalayan aslana, nanik yapıyor.”

Zenci çocuk sanki bana nanik yapıyor…

Cumhuriyet, 4 Haziran 1990;
Gazete Ege 16 Haziran 1997

Elli Beş Yaşında Olmak

Kırk yaşıma girdiğimde, iyice kafa çekip, ağlamıştım sabaha dek.

Ellinci yaş günümü ise, birkaç gün sonra anımsamıştım. Demek yaşlanmaya alışmışım…

Elli beş yaş pek de fazla sayılmaz; bizim nesil öncekilerden daha dinç görünüyor” diyorum çoğu kez. Bir de ara sıra televizyonda sınıf arkadaşlarımı görmesem. Bir de uzağa bakmak için ayrı, okumak için ayrı gözlük gerekmese…

İnsan hangi yaştaysa hep o yaşta yaşamış gibi hissediyor. Sanki daha önce yaşadıkları, hiç yaşanmamış yaptıkları yapılmamış gibi…

Sahi ben yirmi bir yıl hiç sigara içmeden yaşadım mı? Erik ağacından inmeyen, saatlerce top peşinden koşturan o çocuk ben miyim? Sahi ben, Karşıyaka yalısında yunuslarla, deniz kaplumbağaları ile birlikte yüzer miydim? Sahi İzmir Körfezi’nde, yunuslar kaplumbağalar var mıydı?

Hayır hayır, ben karnımdaki ameliyat izleriyle elli beş yaşında doğmuşum. Sabahları hep sigara öksürüğü ile uyanırım ben. Beşinci kata, merdivenden ne zaman çıktım ki…

Düşünüyorum da; şimdi özlemle anımsadığım çocukluk günlerimde ben hep büyümeyi isterdim. Okula başlasam, boyum uzasa, ergenlik sivilcelerim kaybolsa, kız tavlasam…

Nişan yüzüğünü herkes görsün istersin de sağ parmağından soldakine geçirmekte, sabırsızlanırsın. Sonra ilk bebeğin vereceği mutluluk. Ah bebek büyüse de uykusuz geceler sona erse…

Acaba, doğumdan ölüme, yaşam sürecinde, ne zaman yaşlanmaya dönüşüyor büyüme?

Ben, büyüyorum sanıyordum, bir de baktım yaş elli beş…

Hoşumuza giden gelişmelerin adı büyüme; boyumuz uzuyor, büyüyoruz. Sakal çıkıyor, adaleler gelişiyor, büyüme… Şakaklardaki ilk kır saçlar ne de olgun görünüm verir erkeğe, o bile büyüme. Sonra ara ki siyah bir tel bulasın. Ben saçımı hiç boyatmayacağım…

Geçmişe duyulan özlem bile, gelecek için sabırsızlanmaktan alıkoyamıyor insani. Ben şimdilerde oğlum evlense de ilk torunumu görsem diye, sabırsızlanmaktayım. Emeklilik gelse de bahçeli küçük bir ev alsam. Yasemin ve hanımeli kokuları arasında, bakarsın roman bile yazarım.

Şimdilerde moda, ikibininci yılı beklemek. Acaba ben de bir beş yıl daha yaşar mıyım? Kim bilir nasıl kutlanacak, Londra, Paris ve Newyork’ta. Belki de en görkemlisi Seul’de olur, ya İstanbul’da?

Bizim neslin yaşadığı değişimi, insanoğlu önceden hiç yaşamadı. Ben çocukluğumda mangalla ısınır, gaz lambası ışığında ders çalışırdım. Şimdi oğlumun, PC’si var. Teleks kullanan kaldı mı bilemem? Aynı hızla, yani bir elli yılda İzmir Körfezinin, İzmit Körfezinin de hakkından geldik ya, o da başka..

1 Ocak 2000 gecesini yaşayacak olanlar, bin yılda bir yaşananı yaşayacaklar. Dedem yüzyıl başını yaşamış. Binsekizyüz’den bindokuzyüze geçişi. Anam babamsa bindokuzyüzlerde öldüler. Üç nesil içinde bir ben mi yaşayacağım, bin yılın yılbaşısını…

İki bininci yılbaşı için, büyük beklenti var. Olağan dışı birşeylerin olmasını bekleyenler çok. Bir bakarsın Birleşik Devletler Başkanı U.F.O.’ların varlığını doğrulamış. Meğer yirmi yıldır, içli dışlıymışız da bizim haberimiz olmamış. Stealth uçağının teknolojisini, Amerikalılara onlar vermiş. Peki, gariban Iraklı Arab’a kasıtları ne…

Evlenirken radyo bile almamıştım. Buzdolabı, çamaşır makinesi ise iki kez değişti ömrümce. Bedeli aylar boyu süren, taksit ödemeleri değil elbet… Hepsi ağarmış saçlarımın ürünü, bir de teknolojik gelişmeden, payıma düşen Hiroşima’yı Nagazaki’yi düşününce, teknolojik gelişmeden payıma düşene, şükrediyorum. Bu yazımı okuyacak kimileri; bana da dinazor diyebilirler. “Nerede o eski kavunlar, karpuzlar” diye yerinirmişiz. Evrende, yer küreden başka gezegende, henüz canlı bulunamadı. Belki başka dünya yok…

Dünya olsun da dinazorlar dünyası olsun. Canlılar tükenmesin…

Gazete Ege, 12 Ağustos 1996

Dedem…

Benim dedem, annemin babası, bir bela adamdı. Eşrefpaşalı’ydı… İzmir’in en namlı kabadayıları, Eşrefpaşa’dan çıkardı.

Sınıf arkadaşım Refik, kendisinin iki katı Erdem’i evire çevire dövdüğünde, hepimiz şaşıp kalmıştık. Refik de Eşrefpaşalı’ydı.

“Eşrefpaşah, eli maşalı…”

Dedem gençliğinde, Alsancak’tan Karşıyaka’ya yüzerek geçmiş. İnanırım, yaşı altmışa yakınken bile yüzmede benden hızlıydı.

Birinci Dünya Savaşı’nda Kütülamare’de savaşmış, esir düşmüş. Kurtuluş Savaşı bitene değin Mısır’da esir kampında kalmış. Esir kampmdayken, kendisini dipçikleyen İngiliz askerinin kafasına tuğlayı geçirmiş. Uzun süre hücrede tutmuşlar. Yanağında şarapnel izi vardı…

Cumhuriyet’in ilk yıllarında, yol vergisini ödemeyi unuttuğu için polisler sokakta yakalayıp angaryaya götürmüşler yaka paça. Bu yüzden önce Serbest Fırkacı, sonra Demokrat Partili olmuş.

İlkokul birinci sınıftayken, beni döven bir çocuğu, okulun koridorlarında, merdivenlerinde kovalamış, bahçede yakalayıp kıçına iki tokat atmadan da bırakmamıştı.

Mahallenin bıçkını Çingen Ali bana küfrettiğinde de onu, bir tokatta dut ağacına çarptırıp bayıltmıştı.

Anneannemle, annem ve babamla sık sık kavga eder, anneanneme küstüğünde, başını alıp akrabalarına giderdi. İki-üç gün ortalıkta görünmezdi.

Dedem bela adamdı ama iş torunlarına, özellikle de bana geldiğinde, altın kalpli oluverirdi…

Türk Birliği İlkokulunda birinci sınıfı okurken, annemle dedem küstüler. O yüzden dedem, evimize gelmezdi. Ama her sabah onu okulun önünde beni bekler bulurdum. Gece vardiyasından çıkmış olurdu. Eve uyumaya gideceğine Alsancak’tan Karşıyaka’ya bana mutlaka yetişirdi. Sıcak bir salep içirtir, karnımı sıcak bir gevrekle doyurur, öyle giderdi.

Dama oynamayı dedemden öğrendim. Onların yanında kaldığımda, beni kahveye götürürdü. Ya dedemle ya da onun arkadaşları ile dama oynardım. Dama veya satranç oynamak için özel olarak yapılmış, kenarlarında çekmeceleri olan o küçük siyah masalar, dün gibi gözümün önünde…

Günde üç paket “Birinci” içerdi. Nikotini vücuttan temizlediğini inanır, bu yüzden bol bol tatlı yerdi.

Kış geldimiydi, fanilasının altından göğsüne ve sırtına gazete kağıtı koyardı.

Yıllar sonra, İstanbul’dan İzmir’e görevli geldiğimde, onu Tepecikte devamlı oturduğu kahvede bulmaya gittim. Üstümde yazlık bir gömlek vardı. Beni görünce çok sevindi. Yanında arkadaşları vardı. Bana sordu “Neden kravat takmadın, gözlüğün nerede…” Sonra arkadaşlarına dönüp açıkladı: “Torunum müfettiş. Hep kravatlı gezer. Gözlük de takar.”

Torun çocuklarını gördü. Kardeşimin kızını, benim oğlumu gördü. Onlarla birlikte, parmaklıklarının içine girer, oyunlarına katılırdı.

Doksan yaşında, akciğer kanserinden öldü…

Ben dedemi en çok, kucağında kundaklı en küçük kardeşim, Polisevleri’nin bulunduğu yamaçta oturmuş, Çatalkaya’ya karşı sigara tüttürürken anımsıyorum.

Cumhuriyet, 25 Nisan 1990;
Gazete Ege, 26 Nisan 1997