Skip to main content

Kalburabastı

Sevgiyi, anneannemden öğremiş olmalıyım. Ölürken son sözü “Erdincimi dövmeyin” olmuş. Yaşantımın ilk sekiz yılının üç-dört yılını onunla, Alsancak’ta onun evinde geçirdim. Anımsıyorum, bir gün Soğukkuyu’ya babamın evine gitmiştik, uyumuş kalmışım. Anneannem son vapuru kaçırmamak için beni bırakıp kalkmış. Nasıl olduysa fark ettim. Öylesine ağlamışım ki, sokaktan duymuş. Dönüp geldi. Bomboş Bayraklı vapurunda dizinde uyudum.

Öldüğünde o kadar üzüldüm ki, teyzem beni bir yıl için alıp İstanbul’a götürmek gereğini duydu…

Kırmızı boyalı, üç tekerlekli tahta bisikletimi anneannem almıştı.

Tepecik pazarına birlikte giderdik… Ne istesem alırdı. Ben en çok kayısı pestili, vişne kurusu, çökelek peyniri isterdim…

Çökelek peynirini, çingen pilavı yaptırmak için isterdim. Sık sık da yaptırırdım.

Çingen pilavının yapılışını bilmeyenler için anlatayım. Çökeleğin içine domates, taze biber soğan ve maydanoz ince ince doğranır. Üsüne bol zeytinyağı ve toz kırmızı biber konur… Çingen pilavı hazırdır.

Anneannem, salatada çorbada limon kullanmazdı. Koruk mevsiminde, bolca koruk suyu sıkmış olurdu; onu kullanırdık yıl boyu…

Domatesin ucuzladığı mevsimde hem domates, hem de acı biber salçası hazırlar, ayrıca bolca tarhana da yapardı. Makarnayı da çarşıdan almazdık. Anneannem erişte keserdi…
Arka odadaki sedirin altı, mis gibi kış kavunu kokardı.
Bin dokuzyüz kırklı yıllar, İzmir’in yaman kışlar yaşadığı yıllardı. Oldukça sık kar tuttuğu bile olmuştu. Eğer kar tutmuşsa bir tasın içine doldurur, üstüne anneannemin kendi eliyle kaynatmış olduğu pekmezden bolca dökerek, kar helvası hazırlar ve kaşık kaşık yerdik.

Anneannemin hazırladığı bütün yiyecekler güzeldi. Ama içlerinden birinin, benim için çok özel önemi vardı: Kalburabastı…
Ne çok sert olurdu, ne de çok yumuşak. Ne iyi pişmemiş, ne de yanmış… Şurubu içine kadar emerdi. Şurubun tadı ve kıvamı da hiç değişmezdi.

Kalburabastı yapmaya kalkıştı mıydı, yanma oturur, baştan sona izlerdim..

Sonradan da çok kalburabastı yedim. Ama hiçbirisinde anneannemin kalburabastılarmm tadını bulamadım. Bir keresinde, evin avlusunda, hem şurubun kaynamasını izliyor, hem de köfteci Bekir amcanın kızı Ayten ile oynuyordum. Ayten en yakın arkadaşımın ablasıydı. Bizden sanırım iki yaş büyüktü. Uzun düz saçları, hafif çilli bembeyaz bir yüzü vardı. Birden elimdeki düdüklü oyuncak testiyi kapmak istedi. Çekişmeye başladık… O ara tencereye çarptık ve kaynar şurup bacağıma döküldü. Hastanelik olacak ölçüde yandım.

Uzun yıllar sonra Ayten’in kendini öldürdüğünü duydum. Bekir amca sevdiğine vermemiş onu…

Anneannemin kalburabastısını nasıl unuturum.

Şurubunun yanığını, kırk iki yıldır sağ bacağımda taşıyorum.

Cumhuriyet, 2 Ocak 1990;
Gazete Ege, 11 Mayıs 1997

Asker Tayını

Bugün yaşamakta oluşumu, asker tayınına borçluyum. Halkımızın büyük kesimi de ekmeksiz yaşayamaz elbette, benim kastettiğim ise biraz farklı.

Asker tayını, esmer ama büyük bir ekmekti. Eve geldiğinde, çoğu kez pek taze olmazdı. Babam askerdi ve ekmek yokluğunda eve tayın getirebilirdi, bayat-mayat.

Eve tayın getirildiğini anımsayabildiğime göre, kıtlık ve karne uygulaması 1945-46’larda da sürmekteymiş demek. Aslında insan, dün akşam ne yediğini unutur da üç yaşındaki bir olayı anımsar. Benim başıma sıkça geldi. Ben yine de tayın anılarımı, dört-beş yaşlarına dayandırıyorum.

Karnımı, tayınla doyurduğumu anımsıyorum da tayının, yaşamımı kurtardığını anımsamam olanaksız. Çünkü bebekmişim ve annemin sütü zehirlenmiş. Ben de zehirlenmişim doğallıkla, kurtarmışlar. Peki ya sonrası, nasıl besleyecekler beni? Hazır mama falan, hak getire. Gelsin pirinç suyu çaresiz. Eğer pirinç bulabilirsen tabii. Ekmek gibi pirinç de yok. Olanı karaborsada. İşte o zaman, tayın imdada yetişmiş. Bir asker tayınına, bir iki avuç pirinç…

İşte bu yüzden bizim kuşak, İkinci Dünya Savaşı’nda doğup büyüyenler, pek akça pakça ve iri kıyım değildir. Kıtlığın, karnelerin sorumlusunun, hükümetlerimiz değil, savaş olduğunu bilir, savaşları hiç sevmeyiz.

Bu günlerde de ekmek, yine gündemin baş sıralarında: Bu kez, kıtlığından değil elbette. Ekmek, fiyatından ötürü gündemde. Fiyatı; günde bir-iki tane tüketenler için değil ama, neredeyse sadece ekmekle beslenmek zorunda olanlar için, gerçekten el yakıyor…

Sorun da yoksullardan kaynaklanıyor zaten. Aslında temel çözüm, yoksulun ekmeğini ucuzlatmaktan çok yoksulluğu ortadan kaldırmaktır. Yoksulluktan çıksınlar ki; onlar da et yiyebilsin, balık yiyebilsin, çocukların tümü süt içebilsin…

Hali vakti yerinde kimileri; “Türkiye’de ekmekten ucuz bir şey yok” bile diyebilmekte. Gerçekten, günlük harcamaları, iki-üç milyon olan aileler için, iki ekmeğe harcanan otuz bin liranın ne önemi olabilir ki? Bir de aylık onbeş milyonluk geliri içinden, günde onbeş ekmek için, hergün ikiyüzyirmibeş bin lira ödemek zorunda olanları düşünün.

“Ekmek pahalı” diyene, kızmaya hakkımız yok. Onun için, gerçekten pahalı.

Enflasyonumuz, kıpır kıpır. Fiyatını sabit tutamayan fırıncı da haklı, haksız zam yapmadıkça haklı… Ülkede, serbest piyasa ekonomisi uyguluyoruz: Serbest piyasada fiyatları arz-talep mekanizması belirler. Eğer öyleyse, devlete düşen, rekabeti koruyarak; tekelleşmeyi ve “hakim durumun kötüye kullanılmasını” önleyerek, tam rekabet ortamını yaratmaktır.

Ekmek, halkımızın temel, hatta kimilerimiz için başlıca, besin maddesi. Eğer Rekabet Kurulu isterse onu, serbest piyasa ekonomisinin dışına çıkarabilir. O zaman da yeni mekanizmalar, yeni yasal düzenlemeler gerekli.

Ekmek için bir şeyler, esaslı ve kalıcı bir şeyler yapmak gerekli…

Gazete Ege, 2 Aralık 1996

Sultaniye

Bütün çocuklar, meyveyi dalından koparıp yemeyi çok sever. Ben de çok severdim.

Benim neslimin çocukları bu konuda, şimdiki çocuklara göre çok daha şanslıydı kuşkusuz.

Karşıyaka’da, hatta Alsancak’ta, değişik cinste, pek çok erik ağacı vardı, dut ağacı vardı…

Küçük Yamanların eteği, kayısı bahçeleri ile örtülüydü…

Kendi bahçemizde de erik ağaçları olduğu halde, komşu bahçelerinden erik çalmaya bayılırdık.

“Kitap hırsızlığı, çiçek hırsızlığı ve hele hele erik hırsızlığı, günah değilmiş” derdik.

İtalyan eriğini, mürdüm eriğini de çok severdim ama, can eriğini hiç birine değişmezdim. Önce o ortaya çıkardı, yazı müjdelerdi ve ben tuza banıp banıp yerdim…

Anneannemin bir asması vardı. Avlunun üstünü tümüyle örterdi. Ne demiş asma? “Bana, tutunacak yer gösterin, aya tırmanayım…”

Anneannem, asmasmdaki korukların üzüm olmasını beklemez, hepsini keserek, koruk suyu hazırlardı… Yazın buzlu koruk şerbeti içerdik.

Sultaniye üzümü de, can eriği kadar, belki de ondan bile çok severdim. Şimdi, şaraplık olmayacak kadar değerli. Ama Baküs şarabı, “kınalı yapıncak”tan mı üretilir, yoksa sultaniyeden mi, bilemiyorum.

Bildiğim şey, sultaniye, zeytin ve incirle birlikte, Ege’nin simgesidir.

Sultaniye üzümü, kütüğünden kopararak yemek mutluluğunu, ilk kez Cumaovası’nda tattım.

Babam Istanköy’lüdür. Bir bölüm akrabası, Cumaovası’na yerleşmiş. Bağları varmış, bir de herşeyi satan, büyük dükkanları.
Bir gün bizi, onları ziyarete götürdü. Uzun burunlu bir otobüsle, eğri büğrü yollardan geçerek, Cumaovası’na gittik. Bana, çok uzun bir yolculuk gibi gelmişti.

Orada, birkaç gün konuk olarak kaldık…

Konukluğumuzun ilk sabahı erkenden, gün doğmadan uyandım. Geceden izin almıştım. Evin arkasındaki oldukça büyük bağa daldım. Sultaniye salkımları olgunlaşmıştı. Salkımlar kocamandı. Artık, çiğ mi yağmıştı, yoksa kırağı mı, bilmiyorum. Sultaniye tanelerinin üstü buğu ile kaplıydı. Parmağımı sürdüm mü iz kalıyordu.

En iri bir salkımı koparıp, aç karnına, ama büyük bir keyifle yiyip bitirdim.

Sultaniyenin en güzeli, Alaşehir’in Piyadeler köyünde yetişir. Beni oraya ilkin bir akşamüstü, Özer Yalçmdağ götürmüştü…

İngilizler, akşam beş çaylarından vazgeçemezler. Beş çayları ile birlikte de üzümlü kek yemeğe bayılırlar.

Sultaniye, İran’da, Afganistan’da, Avustralya’da, Yunanistan’da ve Amerika Birleşik Devletleri’nde yetişir, ama İngilizler en çok Ege Sultaniyesini isterler.

Çünkü İngilizler, kestikleri zaman kekleri parçalansın istemezler.

Bir tek, Ege sultaniyesinin kabuğu çok incedir ve kekle birlikte, kolaylıkla kesilir, keki parçalamaz.

Londra’da yaşlı bir İngiliz kadını, artık geride kalmış görkemli günleri düşleyerek, fincanına, Hindistan çayı doldururken, üzümlü kekini, parçalamadan dilimliyor…

Piyadeler köyünde de Selendili kızlar asma kütüğünden, kuruyup İngiltere’ye gidecek, sultaniye salkımlarını kesiyor…

Asma kütüğü bin yıl yaşamaz ama, incirden, zeytinden şanslı. Çünkü çabuk yetişiyor anlara göre…

Cumhuriyet, 6 Şubat 1990
Gazete Ege, 2 Eylül 1997