Skip to main content

Elli Beş Yaşında Olmak

Kırk yaşıma girdiğimde, iyice kafa çekip, ağlamıştım sabaha dek.

Ellinci yaş günümü ise, birkaç gün sonra anımsamıştım. Demek yaşlanmaya alışmışım…

Elli beş yaş pek de fazla sayılmaz; bizim nesil öncekilerden daha dinç görünüyor” diyorum çoğu kez. Bir de ara sıra televizyonda sınıf arkadaşlarımı görmesem. Bir de uzağa bakmak için ayrı, okumak için ayrı gözlük gerekmese…

İnsan hangi yaştaysa hep o yaşta yaşamış gibi hissediyor. Sanki daha önce yaşadıkları, hiç yaşanmamış yaptıkları yapılmamış gibi…

Sahi ben yirmi bir yıl hiç sigara içmeden yaşadım mı? Erik ağacından inmeyen, saatlerce top peşinden koşturan o çocuk ben miyim? Sahi ben, Karşıyaka yalısında yunuslarla, deniz kaplumbağaları ile birlikte yüzer miydim? Sahi İzmir Körfezi’nde, yunuslar kaplumbağalar var mıydı?

Hayır hayır, ben karnımdaki ameliyat izleriyle elli beş yaşında doğmuşum. Sabahları hep sigara öksürüğü ile uyanırım ben. Beşinci kata, merdivenden ne zaman çıktım ki…

Düşünüyorum da; şimdi özlemle anımsadığım çocukluk günlerimde ben hep büyümeyi isterdim. Okula başlasam, boyum uzasa, ergenlik sivilcelerim kaybolsa, kız tavlasam…

Nişan yüzüğünü herkes görsün istersin de sağ parmağından soldakine geçirmekte, sabırsızlanırsın. Sonra ilk bebeğin vereceği mutluluk. Ah bebek büyüse de uykusuz geceler sona erse…

Acaba, doğumdan ölüme, yaşam sürecinde, ne zaman yaşlanmaya dönüşüyor büyüme?

Ben, büyüyorum sanıyordum, bir de baktım yaş elli beş…

Hoşumuza giden gelişmelerin adı büyüme; boyumuz uzuyor, büyüyoruz. Sakal çıkıyor, adaleler gelişiyor, büyüme… Şakaklardaki ilk kır saçlar ne de olgun görünüm verir erkeğe, o bile büyüme. Sonra ara ki siyah bir tel bulasın. Ben saçımı hiç boyatmayacağım…

Geçmişe duyulan özlem bile, gelecek için sabırsızlanmaktan alıkoyamıyor insani. Ben şimdilerde oğlum evlense de ilk torunumu görsem diye, sabırsızlanmaktayım. Emeklilik gelse de bahçeli küçük bir ev alsam. Yasemin ve hanımeli kokuları arasında, bakarsın roman bile yazarım.

Şimdilerde moda, ikibininci yılı beklemek. Acaba ben de bir beş yıl daha yaşar mıyım? Kim bilir nasıl kutlanacak, Londra, Paris ve Newyork’ta. Belki de en görkemlisi Seul’de olur, ya İstanbul’da?

Bizim neslin yaşadığı değişimi, insanoğlu önceden hiç yaşamadı. Ben çocukluğumda mangalla ısınır, gaz lambası ışığında ders çalışırdım. Şimdi oğlumun, PC’si var. Teleks kullanan kaldı mı bilemem? Aynı hızla, yani bir elli yılda İzmir Körfezinin, İzmit Körfezinin de hakkından geldik ya, o da başka..

1 Ocak 2000 gecesini yaşayacak olanlar, bin yılda bir yaşananı yaşayacaklar. Dedem yüzyıl başını yaşamış. Binsekizyüz’den bindokuzyüze geçişi. Anam babamsa bindokuzyüzlerde öldüler. Üç nesil içinde bir ben mi yaşayacağım, bin yılın yılbaşısını…

İki bininci yılbaşı için, büyük beklenti var. Olağan dışı birşeylerin olmasını bekleyenler çok. Bir bakarsın Birleşik Devletler Başkanı U.F.O.’ların varlığını doğrulamış. Meğer yirmi yıldır, içli dışlıymışız da bizim haberimiz olmamış. Stealth uçağının teknolojisini, Amerikalılara onlar vermiş. Peki, gariban Iraklı Arab’a kasıtları ne…

Evlenirken radyo bile almamıştım. Buzdolabı, çamaşır makinesi ise iki kez değişti ömrümce. Bedeli aylar boyu süren, taksit ödemeleri değil elbet… Hepsi ağarmış saçlarımın ürünü, bir de teknolojik gelişmeden, payıma düşen Hiroşima’yı Nagazaki’yi düşününce, teknolojik gelişmeden payıma düşene, şükrediyorum. Bu yazımı okuyacak kimileri; bana da dinazor diyebilirler. “Nerede o eski kavunlar, karpuzlar” diye yerinirmişiz. Evrende, yer küreden başka gezegende, henüz canlı bulunamadı. Belki başka dünya yok…

Dünya olsun da dinazorlar dünyası olsun. Canlılar tükenmesin…

Gazete Ege, 12 Ağustos 1996

Kalburabastı

Sevgiyi, anneannemden öğremiş olmalıyım. Ölürken son sözü “Erdincimi dövmeyin” olmuş. Yaşantımın ilk sekiz yılının üç-dört yılını onunla, Alsancak’ta onun evinde geçirdim. Anımsıyorum, bir gün Soğukkuyu’ya babamın evine gitmiştik, uyumuş kalmışım. Anneannem son vapuru kaçırmamak için beni bırakıp kalkmış. Nasıl olduysa fark ettim. Öylesine ağlamışım ki, sokaktan duymuş. Dönüp geldi. Bomboş Bayraklı vapurunda dizinde uyudum.

Öldüğünde o kadar üzüldüm ki, teyzem beni bir yıl için alıp İstanbul’a götürmek gereğini duydu…

Kırmızı boyalı, üç tekerlekli tahta bisikletimi anneannem almıştı.

Tepecik pazarına birlikte giderdik… Ne istesem alırdı. Ben en çok kayısı pestili, vişne kurusu, çökelek peyniri isterdim…

Çökelek peynirini, çingen pilavı yaptırmak için isterdim. Sık sık da yaptırırdım.

Çingen pilavının yapılışını bilmeyenler için anlatayım. Çökeleğin içine domates, taze biber soğan ve maydanoz ince ince doğranır. Üsüne bol zeytinyağı ve toz kırmızı biber konur… Çingen pilavı hazırdır.

Anneannem, salatada çorbada limon kullanmazdı. Koruk mevsiminde, bolca koruk suyu sıkmış olurdu; onu kullanırdık yıl boyu…

Domatesin ucuzladığı mevsimde hem domates, hem de acı biber salçası hazırlar, ayrıca bolca tarhana da yapardı. Makarnayı da çarşıdan almazdık. Anneannem erişte keserdi…
Arka odadaki sedirin altı, mis gibi kış kavunu kokardı.
Bin dokuzyüz kırklı yıllar, İzmir’in yaman kışlar yaşadığı yıllardı. Oldukça sık kar tuttuğu bile olmuştu. Eğer kar tutmuşsa bir tasın içine doldurur, üstüne anneannemin kendi eliyle kaynatmış olduğu pekmezden bolca dökerek, kar helvası hazırlar ve kaşık kaşık yerdik.

Anneannemin hazırladığı bütün yiyecekler güzeldi. Ama içlerinden birinin, benim için çok özel önemi vardı: Kalburabastı…
Ne çok sert olurdu, ne de çok yumuşak. Ne iyi pişmemiş, ne de yanmış… Şurubu içine kadar emerdi. Şurubun tadı ve kıvamı da hiç değişmezdi.

Kalburabastı yapmaya kalkıştı mıydı, yanma oturur, baştan sona izlerdim..

Sonradan da çok kalburabastı yedim. Ama hiçbirisinde anneannemin kalburabastılarmm tadını bulamadım. Bir keresinde, evin avlusunda, hem şurubun kaynamasını izliyor, hem de köfteci Bekir amcanın kızı Ayten ile oynuyordum. Ayten en yakın arkadaşımın ablasıydı. Bizden sanırım iki yaş büyüktü. Uzun düz saçları, hafif çilli bembeyaz bir yüzü vardı. Birden elimdeki düdüklü oyuncak testiyi kapmak istedi. Çekişmeye başladık… O ara tencereye çarptık ve kaynar şurup bacağıma döküldü. Hastanelik olacak ölçüde yandım.

Uzun yıllar sonra Ayten’in kendini öldürdüğünü duydum. Bekir amca sevdiğine vermemiş onu…

Anneannemin kalburabastısını nasıl unuturum.

Şurubunun yanığını, kırk iki yıldır sağ bacağımda taşıyorum.

Cumhuriyet, 2 Ocak 1990;
Gazete Ege, 11 Mayıs 1997

25 Yıl Sonra Nasıl Bir İzmir

Bu soruyu, tek cümlede yanıtlamam gerekirse, “Çocukluğumdaki gibi bir İzmir” derim. Çin Seddi ile çevrilmemiş Melez Çayı ağzında bile yüzülebilen, Bayraklı’da çipura avlanan, mavi bir körfez. Alsancak Kordonu’nda iki katlı sakız biçimi evler. Karşıyaka yalısındaki evler, köşkler ise hep bahçeler içinde. Çiğli, Turan sırtları boş. Kadifekale ve Bayraklı yeşil görünüyor. İmbat rüzgarı, sokak aralarına kadar girebiliyor ve her sokakta bolca bulunan dut ağacı ve akasyaların yapraklarını okşuyor. Gecekondu yok gibi. Karşıyaka yalısında atlı, Üçkuyular-Konak arasında elektrikli tramvay çalışıyor ve insanlar, otobüsten çok vapuru ve treni kullanıyor…

Yirmibeş yıl uzun zaman. Bilgisayar teknolojisi artık bir yıldan az zamanda eskiyor. Yirmi beş yılda belki, Çin Seddi’mize bile çözüm bulunlabilir. Belki her 5-10 apartman yerine, birbirlerinden parklarla ayrılmış zarif gökdelenler dikilir. Kadifekale yerleşimden arındırılıp müze ve parka dönüştürülür. Yamanlar dağı etekleri en az Çatalkaya kadar ağaçlandırılır ve tepelerdeki gecekondular, yeşillikler içinde toplu konut alanları olurlar. Güzelyalı iskelesi yeniden yapılıyor gibi. Umarım Bayraklı iskelesi dahil eski iskelelerin çoğu ihya edilir ve deniz ulaşımının, toplu taşımacılıktaki payı beş-on kat arttırılır. Raylı sistem geliştirilir ve de Çeşme’ye kadar uzatılır.

Hızlı Tren

İzmir-Ankara, İzmir-İstanbul bağlantıları eskiden de kötüydü. Otoyol pahalı ve yapımı çok zaman alıyor. O zaman ortası refüjlü gidiş-dönüşleri ikişer şeritli, ekspres yol yapılsın ama hemen yapılsın. İzmir-Bandırma tren hattı, hızlı trene dönüştürülüp, Bandırma-İstanbul bağlantısı da deniz otobüsü ile sağlanırsa, ben artık başka hat kullanmam.

Ben İzmir’i sanayi kenti olmaktan çok, fuarlar, sanat-kültür etkinlikleri ve turizm kenti olarak düşlüyorum. Kuşkusuz, tarımsal yapı da bozulmamalı. Bu yüzden, yapımı süren organize sanayi bölgeleri tamamlanıp bunlara Aliağa ve Torbalı da eklendikten sonra, İzmir’e yenileri yapılmamalı. Yeni organize sanayi bölgeleri için Uşak yönü düşünülmeli ve bunlar çevrelerindeki uydu kentlerle birlikte planlanmalı.

Çamaltı’nda ikinci ve hatta Çandarlı’da üçüncü bir liman şart. Kaklıç hava alanı yapılamıyorsa Çiğli sivil trafiğe açılmalı.

Fuar Kenti

İzmir, fuar kenti olacaksa, fuar alanının, Çakalburnu-İnciraltı arasına taşınması hızlandırılmalı. Kültürpark içindeki çok gerekli ve güzel olmayan tüm yapılar yıkılarak, yeşil alanlar geri kazanılmalı ve metropol ilçelerin tümünde en az birer Kültürpark olmalı.

Eskiden, Seferihisar-Gümüldür arası, içinde parsların dolaştığı ormanlarla kaplıymış. Urla-Çeşme arası ise bağlarla. Yarımada’ya sanayi adına tek bir çivi bile çakılmamalı diye düşünüyorum. Keşke ormanlar ve parslar geri gelebilse.

Gazete Ege, 3 Kasım 1997