Skip to main content

Şubatta İzmir’e Bahar Gelebilir

İzmir’in ilkbaharı, kimi zaman yok dedirtecek kadar kısadır…

Baharlık giysiler, daha çok güzün işe yarar. İlkbahar aylarının yarısı kış, yarısı yaz olduğundan, kazaktan pardesüden, kısa kollu gömleğe geçiverirsiniz, beş-on gün içinde.

Aslında, İzmir’in de ilkbaharı vardır. Çoğu yıl, Şubat ayı içine gizlenir de ondan ötürü yok sanırsınız. Bu Şubat’ta da ansızın, İzmirim’e bahar gelebilir, sakın şaşırmayın…

Üniversite yıllarında, yarıyıl tatili için, mototrenle İzmir’e gelirken, Ankara’nın karından, soğuğundan ve dumanlı havasından uzaklaştıkça, bahara yaklaşmakta olduğumuzu hissederdik. Ve ilkbahar bizi daha İzmir’e gelmeden, Ege hudutlarından girer girmez, yemyeşil çayırlarla karşılardı. Güneş ışıkları, trenin penceresinden geçip, içimizi ısıtırdı. İzmir’e yaklaştıkça, erikler çiçek açmış olurdu. Çok özlediğimiz mavi denizi ancak Turan girişinde görebilirdik ve Körfez’in yeni yeni başlamış olan kötü kokularını bastıran iyot ve yosun kokusunu, doya doya içimize çekerdik.

Yunuslar, henüz bizi terkedip gitmemişlerdi ve vapurlara, mutlaka eşlik ederlerdi.

Artık yunuslar olmasa da biliyorum bu Şubat’ta ilkbahar ansızın gelecek. Önce adını bir türlü öğrenemediğim ama İzmir bahçelerinde çokça bulunan, kırmızı çiçekler açacak. Onlar açtı mıydı, enayi erikler de Mart’ta gelebilecek donu düşünmeden, hemen çiçeğe yatacaklar. Peşinden şeftali ve kayısı ağaçları. Beyazlı, pembeli ve kırmızılı bir renk cümbüşü başlayacak.

Bahar çiçeklerinin konseri kısa sürer. Don olmasa bile, kimi dökülür, kimi yeşil yaprakların arasında,kaybolur gider. Bu yüzden; yağmur-çamur bile olsa aldırmayıp, sokaklara, parklara, bahçelere çıkmak gerek.

Ben muhtemelen, Kültür Park’a giderim. Orayı ben, yaz aylarında değil, baharlarda ve tenhayken severim. Hele bir de yağmur sonrasıysa ve güneş de açmışsa. O zaman çimenler, daha bir yeşildir. Ortalık mis gibi toprak kokmaktadır. Yapraklardan, dalların ucundan düşmeye hazırlanan su damlacıkları, gün ışığında parıldamaktadır…

Kültür Park; yeşili azalıp, çirkin yapıları çoğalmış bile olsa, İzmir’in akciğeri. Kent içinde daha büyük yeşil alan yok. Oraya her gidişimde yangın yerini yeşile çeviren, büyük belediye başkanı Dr. Behçet Uz’u saygıyla anarım. Şubat’ta İzmir’e bahar gelebilir. Gelir gelmesine de özellikle siz erikler, sakın enayilik etmeyin. Sonraki ay Mart’tır. İzmir’in Mart’ı “Kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır.”

İzmir’in ilkbaharı vardır, evet. Vardır da biz onu, Ocak ayı ile Mart ayı arasına saklandığı için yok zannederiz…

Gazete Ege, 16 Şubat 1998

Tüpler Patlamasın

Günümüz Türkiye’sinde egemen ideoloji, özelleştirme. Karşıt görüşlerin esamesi okunmuyor. Kapitalizmin ulaştığı düzeyin doğal bir sonucu bu. Artık özel sektör, KİT desteği olmaksızın da ayakta durabileceğine inanıyor ve de ülkeyi yönetmeye talip oluyor.

Bana memuriyeti “kara maliyeciler” öğretti. Devletin bir kuruşunun bile üzerine titrerlerdi. Yine de ben, özelleştirmeye, karşı çıkmıyorum, akıntıya karşı kürek çekilmez.

Eğer devlet, küçülerek etkinleşecekse, eğer serbest piyasa ekonomisi, eğer gerçekten liberal ekonomi ve tam demokrasi gelecekse, özelleştirmeye karşı çıkmak niye?

Peki ya gelmezse?

Acaba bu yaz, Çeşme yolunda hileli benzinden ötürü bozulmayan kaç araç vardır.

LPG (likit petrol gazı) fiyatı 155 bin lira oldu. Gazetelerde, gün geçmiyor ki tüpgaz patlaması, tüp gaz zehirlenmesi haberi okumayalım. Eğer kaçak doldurulmuşsa tüp parasını ödediğin şey, tüp değil belki de ölümdür.

Cumhuriyetimizin kuruluş yıllarında, üç önemli beyaz vardır. Un, şeker, tuz. bir de gazyağı. Üzerinde deniz kabuğu amblemi bulunan gaz tenekeleri, öylesine yaygın kullanılırdı ki, o dönemi “teneke uygarlığı” diye adlandıranlar bile çıktı. Gazyağı çabuk parlamaz. Bu yüzden lamba ve sobalarda güvenle kullanılır. Benim çocukluğumda da alsancak’ta bile çokça kullanılırdı. Elektrik pek yoktu. Annenannemde kaldığımda, gaz lambası ışığında ders çalışırdım. Gaz sobası yoktu. Mangalla ısınırdık. Şimdilerde Egemenliği tüpgaz sobalarına kaptırsa da çokça kullanılırdı gaz sobaları.

Eğer gaz sobası kullanıyorsanız aman dikkat ediniz aldığınız gazyağma. Eğer birileri, solvent karıştırmışsa, artık sobanız bir bombadır. Her an patlamaya hazırdır. Solvent, boya ve kimya sanayinde çok kullanılan bir kısım petrol ürünlerinin genel adıdır. Ucuz üründür. Ama gaz yağının aksine çok çabuk parlayıcıdır. Ne yazık ki, sonucunu bile bile benzine de gazyağma karıştıranlar var. Epeyce yakaladık da…

Bereket ki Diyarbakır’da müteahhitin binası beşinci katı çıkarken çöküyor. Ya içinde insan olsaydı…

Sık sık yangın çıkaran elektrik kabloları, mürekkebi dağıtan okul defterleri. Siz hiç asansörde kaldınız mı? Aldığınız ekmek gerçekten 300 gram mıdır?

Bugünlerde apartman fuel-oil alacaksanız. Dikkat edin. İzmir sokakları pompasını size biraz yakıt biraz da hava satmaya ayarlamış tankerlerle doludur. Biz bunlarla boğuşuyoruz elbette. Savcılıklara verdiğimizin sayısını hatırlayamam. Kaçak tüp dolumunu İzmir’de engelledik. Ama Manisa’dan Antalya’dan diğer illerden geliyor.

Özelleştirme serbest piyasa ekonomisini, liberalizmi getirecekse tek başına hoş geldi, başımızın üzerinde yeri var.

Peki ya tüketicinin korunması, rekabetin korunması, tekellerin, kartellerin kırılması?..

Tüketicinin korunması ile rekabetin korunması, bence eş anlamlı. Tüketicinin çıkarı için, standartma uygun üretim yapanın kuşkusuz maliyeti daha yüksektir. Eğer, korumazsanız, üç kağıtçının düşük maliyetine yenilir. Kötü mal, iyi malı kovar piyasadan ve sonunda kaybeden tüketici olur.

Bir de işin çevre boyutu var. Kazlıçeşme dericilerinin bir bölümü şimdi Tuzla’da. Çevreyi kirletmiyorlar ama arıtmadan ötürü ek maliyetleri var. Bir kısmı Sakarya kıyılarında. Ek maliyet sıfır. Peki ya Sakarya’nın maliyeti.

Ah ey güzelim İzmir Körfezi, İzmit Körfezi kıyısındaki güzelim kiraz bahçeleri, çilek tarlaları. Bursa ovasının şeftali bahçeleri, ne de çok özledim sizleri…

Eğer tüketici hakları korunmazsa, eğer rekabet korunmazsa, özelleştirmeyle gelecek olan -korkarım ki- liberalizm olmaz. Olsa olsa “vahşi kapitalizm” olur.

Özelleştirme olsun olmasına da.

Gaz sobaları parlamasın, tüpler de patlamasın…

Hürriyet 7 Aralık 1994

Su Kesintileri

İzmir’in herhangi bir yerinde su kesintisinin olmadığı gün yok gibi. Onarım gerekçesiyle bir o bölgede bir şu bölgede sular, üçbeş gün kesiliyor. Bereket, kesinti programını açıklıyorlar da önlem alabiliyoruz. Geçenlerde TEDAŞ, termik santral karşıtı çevrecilere haddini bildirmek için plansız elektriklerimizi kesi-kesivermişti de perişan olmuştuk.

Hiç bir uygar ülkede sular, afet falan olmaksızın bu kadar uzun süre kesilebilemez. Kesilirse kıyamet kopar, Türkiye hariç.

Bilirsiniz by-pass kalp hastalarının hayatını kurtarır. Aynı yöntem kentin kan damarları olan su boruları için neden kullanılmasın? En çok yarım günlük bir çalışma ile onarım noktasının iki ucu, geçici borularla birbirlerine bağlanırsa, üstelik bu işlem, onarım başlamadan yapılırsa, kesintilere gerek kalmaz.

Teknolojik olarak mümkündür. Yeter ki düşünülebilsin.

Kaldırım İşgalleri

İzmir bir Akdeniz kenti. Akdeniz insanı sokakta yaşamayı sever. Uzun yazlar nedeniyle bu, hem mümkün, hem de gereklidir. Eskiden İzmirliler sıcak geceleri kapılarının önüne attıkları sandalyeler üzerinde sokakta geçirirlerdi. Üstelik burası artık, canlı bir turizm kenti.

Bu nedenle, lokantaların, birahanelerin, kahvelerin kaldırım işgalleri konusunda, çok katı olmamak gerekir diye düşünüyorum. Yayaların geçişini epey zorlaştıranları da var elbette. Ama yayaların çoğu, oralardan birinde oturmak amacıyla kaldırımda yürüyor. Dolgu çalışmaları başladıktan sonra Kordon’dakiler boşalırken, Göztepe, Güzelyalı lokantalarının dolup taşmaya başlamasından belli…

Belediye başkanlarımız eminim Roma meydanlarında ya da Paris caddelerinde ya kahve veya bira içmişlerdir. Neden İzmir’de yasaklamak isterler?

Son Otobüs

Büyüklerimiz oldum olası, bizi erkenden yatağa sokmak isterler. Geceleri de yaşamamızdan, nedense fazla hoşlanılmaz.

“Erken yatan döl alır, erken kalkan yol alır” dememiş mi atalarımız? Sonuç ortada nüfus artış hızında, dünya şampiyonları arasındayız. Döl almasına almışız da, yeterince yol da alabildik mi bilmem?

Şimdiki büyüklerimiz de bizi erken yatırma peşinde. Son vapur yirmiüçte en işlek yerlerin otobüsü en son saat yarımda kalkıyor. Sapa yerlerin son otobüs kalkış saati ise sanırım daha da erken. Güzelyalı’da oturan ben, en yakın Karşıyakalı arkadaşlarıma akşam yemeğine gidemiyorum. Çünkü arabam yok. Olsa da fark etmez, eğer gidersem, içki içerim ve “trafik canavarı olmamak için” direksiyon başına oturmamalıyım.
Otobüs yoksa, içkili arkadaş yemeği de yok…

Oysa insanlar sadece içkili arkadaş ziyareti için istemez, geç saat otobüsünü. İşini ancak, ikilerde-üçlerde bitirebilen bilgisayarcılar, muhasebeciler ve vardiyası o saatlerde biten işçiler de yok mu? “Üç-beş nöbeti bende.”

Turizmi, sanayii ve ticareti çok gelişmiş metropol kentte, toplu taşım araçları, sabaha kadar çalışmalı, saat başı olsa bile. Otobüs yoksa eğer, içkili otomobil sürücüleri var. Onları canavar saymaya hakkımız var mı?

Eskiden dolmuşlar sabaha kadar yolcu taşırdı her semte. Trafiğe alt-üst eder, yolcuya saygısızlık ederlerdi. Kaldırılmaları iyi oldu. Ama sabaha kadar yolcu taşırlardı. Dolmuşların; trafiği bozma, yolcuya küfredip, hamile kadınları kapıya sıkıştırma işlevini şimdilerde belediye otobüsleri üstlendi. Sabaha kadar çalışma işlevini de üstlenseler bari…

Gazete Ege, 24 Kasım 1997