Skip to main content

Batı Tipi Sosyal Demokrasi mi?

Bugün Türkiye’de “Batı tipi bir sosyal demokrasiden çokça söz ediliyor. Bu deyimle anlatılmak istenen, Batı Avrupa demokrasilerinin üstyapı kurumlarını yurdumuza eksiksiz biçimde getirmek ise diyeceğim yoktur.

Ancak gerek Batı Avrupa toplumları ile bizim toplumumuz ve gerekse Batı Avrupa sosyal demokratları ile Sosyaldemokrat Halkçı Parti arasında son derece önemli farklılıklar vardır ve dolayısıyla bizim sosyal demokrasimiz Türkiye’ye özgü olmak zorundadır.

Batı Avrupa sosyal demokrasilerinin kökeninde herşeyden önce, emperyalist sömürü olgusu yatmaktadır. Bu partiler, başlangıçta ihtilalci sınıf partileri olarak kurulmuşlardır. Daha sonra, burjuva demokrasisi ile tanışmışlar ve bir yandan kendileri nitelik değiştirirken, öte yandan burjuva demokrasisinin niteliğini de etkileyerek sosyal demokrasinin oluşmasını sağlamışlardır. Bu oluşumun nedeni, sömürgeci Batı Avrupa burjuvazisinin emperyalist sömürü yoluyla geri kalmış ülkelerden sızdırdığı artı değerden kendi işçi sınıfına da pay vermesidir.

Batı’dakilerden SHP’nin ayrılığı

İşte bu yüzden, Batı Avrupa sosyal demokrat partileri revizyonist özellik kazanmışlardır ve antiemperyalist değillerdir. Fransa bugün Mitterrand yönetiminde de emperyalist bir ülke olmayı sürdürür.

Türkiye ise emperyalist bir ülke değildir. Tam tersine emperyalizme karşı ilk kurtuluş savaşını veren bir ülke olmasına karşın, yine de emperyalist sömürü altındadır. Bu nedenle Türkiye sosyal demokrasisi her şeyden önce antiemperyalist olmak zorundadır.

Batı Avrupa demokrasilerinin militarizm sorunları yoktur. Ama Türkiye sosyal demokrasisi antimilitarist, antifaşist olmak zorundadır. Türkiye, teokratik devlet özlemlerinin de tehdidi altındadır. Bu yüzden, Türkiye sosyal demokrasisi, cumhuriyetçiliği ve laisizmi gündeminin ön sıralarında tutmak zorundadır. Misak-ı Milli’yi korumak için antişoven olmak zorundadır.

SHP, Batı Avrupa sosyal demokrat partilerinden farklı olarak kuruluşundan itibaren kitle partisidir. Kökeninde Kuvayı Milliye ve hatta İttihat ve Terakki vardır. Ama sınıf partilerinin yasaklı olduğu Türkiye’de, SHP sınıf partilerinin bir kısım işlevlerinin de üstlenmek zorundadır. Parti içinde emeğin ağırlığı artmalı, SHP emekçi sınıf ve katmanların sözcülüğü görevine ağırlık vermelidir.

Batı Avrupa ülkelerinde sanayi devremini burjuvazi gerçekleştirmiştir. Aslında ekonomik kalkınma, burjuvazinin tarihsel görevidir. Bu yüzden, bazı Avrupa sosyal demokrasilerinin kalkınma sorunları da yoktur. Onların temel sorunları, daha adil paylaşımdır.

Türkiye’de ise “her mahallede bir milyoner” yaratma politikaları ile ortaya çıkan burjuvazi, ekonomik kalkınmayı başaramamıştır. Bu nedenle, ekonomik kalkınma görevi de sosyal demokratlara düşmektedir. SHP, sosyal demokrasiye özgü, ayrıntılı bir kalkınma modeli geliştirmekle yükümlüdür.

Kalkınma modeli nasıl olmalı?

Sosyal demokrat kalkınma modelinin nasıl olması gerektiği, kuşku yok ki ayrı ve uzun bir tartışma konusu. Bu nedenle ben burada, tartışmaya katkı sağlar umuduyla, kişisel görüşlerimi kısa başlıklar halinde açıklamak istiyorum:

• Sosyal demokrat kalkınma, planlı ekonomiye dayanır. Plan, kamu sektörü için emredici, özel sektör için ise yol gösterici ve yönlendirici olmalıdır. Makro bir tarım politikası zorunludur. Emredici değil, yol gösterici ve yönlendirici nitelikteki bu planda, hangi ürünün nerelerde ve ne miktarda üretilmesi gerektiği belirtilmeli ve plana uygun üretim devlet tarafından sonuna kadar desteklenmelidir.

• CHP’nin işlevini tamamlamış olan klasik devletçilik anlaşıyı terk edilmelidir. Çünkü üretim ilişkilerinin özüne dokunmayan bir devletçilik, devlet kapitalizmidir ve sonuçta sermayeye hizmet etmektedir. SHP’nin savunması gereken tez, ekonominin de demokratikleştirilmesi ve üretim araçları mülkiyetinin yaygınlaştırılması olmalıdır. Örneğin SHP iktidarında Tekel’in yeniden güçlendirmek yerine tütün tarım satış kooperatifleri ve birlikleri güçlendirilmeli, sigara fabrikası kurma tekeli üretici köylünün, demokratik-ekonomik örgütleri olan bu kooperatiflere verilmelidir.

Ekonominin demokratikleştirilmesinde tarımsal amaçlı üretim kooperatifleri, yerel yönetimler, tüketim kooperatifleri ve sendikalar çok etkin birer araç olabilirler. Başlangıçta kendi ürünlerini işleyebilecek işletmeleri olan tarım kooperatifleri, neden sonra birbirleri ile ve yerel yönetimlerle birleşerek üretim girdilerini üretecek fabrikalar kurmasın, hatta son aşamada ağır sanayi yatırımlarına bile girişmesin?

Bu amaç doğrultusunda, kooperatifler bankası ve yerel yönetimler bankası mutlaka kurulmalıdır. Bütün bu kuruluşlar, demokratik biçimde yönetilmeli, devlet yönetici değil ama etkin denetleyici olmalıdır.

• Türkiye’deki hızlı enflasyon, ne bir kazadır ne de kader. Hükümet, izlediği kur politikası ile yüksek faiz politikası ve
KİT ürünlerine haksız zamlar yaparak enflasyonu bilerek ve isteyerek körüklemektedir. Enflasyonun halkın cebinden tırtıkladığı satınalma gücü buharlaşıp yok olmamakta, sayıları giderek azalırken servetleri çığ gibi büyüyen holdinglerin kasasına gitmektedir. Amaç, sekiz-on holdingi dış rekabete dayanabilecek ölçüde güçlendirerek ekonominin dışa açılmasını sağlamaktır. Bir anlamda kapitalist yoldan kalkınmanın gereği yapılmakta, ama bu arada halkımız yaşamını sürdüremez duruma düşürülmektedir.

Sonuç

O halde SHP, her şeyden önce iktidara geldiği zaman enflasyonu durdurabileceğini büyük bir güvenle halkımıza anlatmalıdır. SHP aynı zamanda yaşanan enflasyonun, talep enflasyonu değil maliyet enflasyonu olduğunu, dolayısıyla emek gelirlerindeki artışın enflasyonu azdırmayacağını açıklayarak daha iktidarının ilk günlerinde, ücretleri, maaşları ve tarım ürünleri fiyatlarını önemli ölçüde yükselteceğini yüreklice açıklamalıdır.

• Türkiye’de işsizlik, enflasyonu bile aşacak bir sorun niteliği edinmeye başlamıştır. SHP iktidarının, en ivedi çözüm bekleyen bu sorunun çözümü için, özellikle tarıma dayalı sanayilerde, emek-yoğun teknoloji kullanmalı, çabuk bir çözüm yolu olarak işçilerin haftalık çalışma süreleri kısaltılarak fabrikalardaki vardiya sayısı artırılmalıdır. Sekiz saatlik çalışma gününün yedi saate indirilmesi ile %12.5 oranında bir istihdam artışı sağlanacaktır.

Böylelikle, bir yandan işsizlere iş yaratılırken, öte yandan da çalışanların dinlenmeye ve kültürel gelişmeye ayırabilecekleri zamanları da arttırılacaktır. Bu da sosyal demokrasinin insana verdiği değerin bir başka gereğidir.

Cumhuriyet, 2 Mart 1990

Karadenizli Trolcüler

Maliye’de görevliyken, bir kaç kere Karadeniz turnesine gittim.

Her seferinde üç-dört ay kalmıştım.

Daha sonra, Karadeniz Bakır İşletmeleri Genel Müdür Yardımcısı olarak da bir çok kez yine gittim.

Samsun-Sarp arasını, karış karış bilirim. Ne yeşil, ne güzel bir kıyı şerididir.

Sarp’taki köprüden Sovyet topraklarını ilk kez gördüğümde, bayağı heyecanlanmıştım.

Karadeniz deyince akla ilk gelen hamsidir kuşkusuz. Bir de mısır ekmeği..

Hamsiden yapılmış birçok yiyecek tattım. Bence en güzeli, “hamsi kuşudur”.

Bir de daha çok Ordu’da yediğim, iri istavritler, ilk gördüğümde palamut sanmıştım.

Şimdilerde Karadeniz’de, kalkandan sonra hamsinin de kökü kurudu..

Pek çok balıkçı ailesi perişan.

Kimileri teknesini Van gölüne götürüyor, kimileri İzmir’e..

Temel neden, deniz kirliliği kuşkusuz. Baş sorumlusu da efsanevi Tuna yoluyla, uygar Avrupa..

Peki ama; “Trolcü Temel Reis’in” hiç mi suçu yok, artık “hamsi kuşu” yiyemeyişimizde?

Gazetelerde okudum; İzmir Körfezi’ne üşüşen, Karadenizli trolçüler, dibi tarayarak, yavru demeden yumurta demeden balık avhyorlarmış.

Sahil güvenlik botlarını görünce milyonlarca lira değerindeki ağlarını kesip, kaçmışlar. Ne de olsa, üç yıla kadar hapis var ucunda.

Ağlara yazık da Körfez’imize yazık değil mi?

“Uy Karadeniz’de hamsiyu tücettiniz da, sıra Çörfez’a mı celdu da?”

Ey Karadenizli trolcüler, Körfez’imizi biz İzmirliler, yeterince öldüremedik de, siz yardıma mı geldiniz?

Yazılarımda, balıktan çokça söz ettiğimin farkındayım elbet..

Buna bakıp beni boğazına düşkün sananlar da olabilir kuşkusuz.

Hayır boğazıma düşkün değilim. balık severim de, yemesem de olur..

Balık benim için “denizin” simgesidir.

Bol balık çeşit çeşit balık, yaşayan denizin kanıtıdır.

Yaşam denizlerde başladı.

Yaşamın tam kendisidir, Deniz.

Cumhuriyet, 5 Haziran 1991

Dedem…

Benim dedem, annemin babası, bir bela adamdı. Eşrefpaşalı’ydı… İzmir’in en namlı kabadayıları, Eşrefpaşa’dan çıkardı.

Sınıf arkadaşım Refik, kendisinin iki katı Erdem’i evire çevire dövdüğünde, hepimiz şaşıp kalmıştık. Refik de Eşrefpaşalı’ydı.

“Eşrefpaşah, eli maşalı…”

Dedem gençliğinde, Alsancak’tan Karşıyaka’ya yüzerek geçmiş. İnanırım, yaşı altmışa yakınken bile yüzmede benden hızlıydı.

Birinci Dünya Savaşı’nda Kütülamare’de savaşmış, esir düşmüş. Kurtuluş Savaşı bitene değin Mısır’da esir kampında kalmış. Esir kampmdayken, kendisini dipçikleyen İngiliz askerinin kafasına tuğlayı geçirmiş. Uzun süre hücrede tutmuşlar. Yanağında şarapnel izi vardı…

Cumhuriyet’in ilk yıllarında, yol vergisini ödemeyi unuttuğu için polisler sokakta yakalayıp angaryaya götürmüşler yaka paça. Bu yüzden önce Serbest Fırkacı, sonra Demokrat Partili olmuş.

İlkokul birinci sınıftayken, beni döven bir çocuğu, okulun koridorlarında, merdivenlerinde kovalamış, bahçede yakalayıp kıçına iki tokat atmadan da bırakmamıştı.

Mahallenin bıçkını Çingen Ali bana küfrettiğinde de onu, bir tokatta dut ağacına çarptırıp bayıltmıştı.

Anneannemle, annem ve babamla sık sık kavga eder, anneanneme küstüğünde, başını alıp akrabalarına giderdi. İki-üç gün ortalıkta görünmezdi.

Dedem bela adamdı ama iş torunlarına, özellikle de bana geldiğinde, altın kalpli oluverirdi…

Türk Birliği İlkokulunda birinci sınıfı okurken, annemle dedem küstüler. O yüzden dedem, evimize gelmezdi. Ama her sabah onu okulun önünde beni bekler bulurdum. Gece vardiyasından çıkmış olurdu. Eve uyumaya gideceğine Alsancak’tan Karşıyaka’ya bana mutlaka yetişirdi. Sıcak bir salep içirtir, karnımı sıcak bir gevrekle doyurur, öyle giderdi.

Dama oynamayı dedemden öğrendim. Onların yanında kaldığımda, beni kahveye götürürdü. Ya dedemle ya da onun arkadaşları ile dama oynardım. Dama veya satranç oynamak için özel olarak yapılmış, kenarlarında çekmeceleri olan o küçük siyah masalar, dün gibi gözümün önünde…

Günde üç paket “Birinci” içerdi. Nikotini vücuttan temizlediğini inanır, bu yüzden bol bol tatlı yerdi.

Kış geldimiydi, fanilasının altından göğsüne ve sırtına gazete kağıtı koyardı.

Yıllar sonra, İstanbul’dan İzmir’e görevli geldiğimde, onu Tepecikte devamlı oturduğu kahvede bulmaya gittim. Üstümde yazlık bir gömlek vardı. Beni görünce çok sevindi. Yanında arkadaşları vardı. Bana sordu “Neden kravat takmadın, gözlüğün nerede…” Sonra arkadaşlarına dönüp açıkladı: “Torunum müfettiş. Hep kravatlı gezer. Gözlük de takar.”

Torun çocuklarını gördü. Kardeşimin kızını, benim oğlumu gördü. Onlarla birlikte, parmaklıklarının içine girer, oyunlarına katılırdı.

Doksan yaşında, akciğer kanserinden öldü…

Ben dedemi en çok, kucağında kundaklı en küçük kardeşim, Polisevleri’nin bulunduğu yamaçta oturmuş, Çatalkaya’ya karşı sigara tüttürürken anımsıyorum.

Cumhuriyet, 25 Nisan 1990;
Gazete Ege, 26 Nisan 1997