Skip to main content

Kemeraltı

Eğri büğrü, daracık ve yan sokakları ile, altlarında sinemalar, pasajlar bulunan büyük işhanları ile ve çirkin ama tarihi nitelik kazanmış küçük dükkanları ile İzmir’in hatta tüm Ege’nin ekonomik barometresidir Kemeraltı. Özellikle gündüzleri, İzmir’in en kalabalık mekanıdır, Kemeraltı. Sokakları dolduranlar, genellikle dar ve sabit gelirli insanlardır kuşkusuz. Kemeraltı esnafının müşterisi; işçidir, memurdur, emeklidir ve yine esnaftır yani. İzmir’de “marka” meraklıları, Alsancak mağazalarına veya butiklere giderler.

Bugünlerde Kemeraltı esnafı dertli. Siftah yapmadan dükkan kapatan çokmuş. Demek ki, işçi, memur ve emekli, zor durumda. Onlar hapşırınca, esnaf da nezle oluyor. Kemeraltı’nda, durgunluk da var, enflasyon da. Başka bir deyişle “enflasyon içinde durgunluk” var. Eski iktisatçılar, durgunluk ile enflasyonu bir arada düşünemezdi. Ya biri olurdu ya da öteki. Şimdiki iktisatçılar ise, adını bile koydular, Stagflasyon.

Evet, Kemeraltı çarşısı, ekonomik barometremiz yani, eğer hem enflasyon, hem de durgunluk gösteriyorsa ki gösteriyor, artık stagflasyon var.

Oysa ki; enflasyon demek, “fiyatlar genel düzeyinin, hızlı ve devamlı artışı” demektir. Mümkün müdür, hızlı bir talep artışı olmadan, hızlı fiyat artışı?

Enflasyonda, tedavüldeki para miktarı, boyuna artar ve artmaktadır. Mümkün müdür, para miktarı yani toplam satınalma gücü artarken, ekonomik durgunluk olması?

Ve mümkün müdür “kaynak tansferi” anlamına gelen bütçe açıkları sürerken, talebin azalması?

Eğer, talep enflasyonu değil de maliyet enflasyonu varsa, evet mümkündür.

Talep enflasyonu olan yerde, stagflasyon olmaz. Ancak, gelir dağılımı, geniş halk kitleleri aleyhine çok bozulmuşsa fiyatlar, yüksek faiz, yüksek kur, KİT’lerin ve hakim durumlarını kötüye kullanan kimi özel sektör kartellerinin zamları nedeniyle artmayı sürdürüyorsa, bal gibi maliyet enflasyonu olur. Bütçe açığı içinde, faizin payı, ücreti geçmiştir. Çalışana değil, rantiyeye gelir transeri yapılıyor yani. O zaman da fiyatlar artar ama talep artmaz. Stagflasyon olur yani…

Kemeraltı’nda işler kesat. Barometrenin ibresi, stagflasyonu gösteriyor.

Enflasyonumuz talep değil de maliyet enflasyonu ise eğer, maaş ve ücretlere yapılacak iyice bir zam, inanın enflasyonu azdırmaz. Olsa olsa durgunluğa son verir “stag” gider ve geriye enflasyon kalır. Ortaya çıkacak talep artışının atıl kapasiteleri harekete geçirerek enflasyonu aşağıya çekebilecek bir üretim artışı sağlayabileceği bile varsayılabilir.

Bizimki, maliyet enflasyonu ise eğer, ona karşı yeni bir silahımız da var artık: Rekabet Kurulu. Gerek KİT’lerin ve gerekse tekel konumundaki diğer kuruluşların yaptığı zamların, “hakim durumun kötüye kullanılması”ndan kaynaklanmasını engelleyerek, “tam rekabet” piyasasının gerçekten oluşmasını sağlayarak, enflasyona öldürücü darbeler vurabilir, bu yeni Kurul.

Umarım Kemeraltı kalabalığı, sadece sokakları değil, dükkanları da doldurur yeniden…

Gazete Ege, 16 Mart 1998

Yön Duygusu

Yurt dışına ilk kez 1972 yılında çıktım.

O zamanlar, Alamancılık başlamış olsa bile, yurt dışına çıkabilmek herkesin harcı değildi. Pasaport, vize gibi sorunlar yanında bir de döviz kısıtlaması vardı.

Çok sevinmiş, çok heyecanlanmıştım. Sanki hudut çizgisini geçer geçmez, doğanın yapısı bile değişecekti. Uçak, tren, vapur ve sonra yine tren karışımı bir yolculuk yaptık, Maliye’nin geçici görevlisi bir memur olarak yeşil pasaportum vardı ama yine de İngilizler, giriş izni verene kadar anamızdan emdiğimiz sütü, burnumuzdan getirdiler Dover’de.

Güneybatı (SW) Londra’daki bir pansiyonda, tam bir yıl yaşadık. Bereket evimiz hemen Batersea Park yakınındaydı. O olmasa, üç yaşındaki yaramaz oğlumla nasıl başederdik bilmem. Soğuk demeden, yağmur demeden, vaktimizin çoğunu o parkta geçirirdik. Hele bir gül bahçesi vardı ki hiç unutamam: Çevresi, sarmaşık gülleri ile kaplı bir kameriye ile kapatılmıştı. Tam ortada, bir küçük havuz vardı. Havuzun ortasında da insan heykelinden bir fıskiye. Her zaman bakımlı ve taze gülleri anlatamam. Saatlerce oturduğum olurdu.

Dünyanın sayılı botanik bahçelerinden biri olan Kew Gardens ise, batıdaydı. Thames Nehri’nden motorla gitmenin keyfine doyum olmazdı.

İngiltere’deki Türkler ki çoğu Kıbrıs kökenlidir, genellikle kuzey Londra’da yaşar. O zamanlar sayıları 40 bin kadardı. Biz de, zeytin, zeytinyağı, pastırma ve özellikle de kurufasulye almak için sık sık kuzeye giderdik. İngiliz fasulyesi ile pişirilen kuru fasulye yemeği, bizimkinin yerini hiç tutmuyor.

Londra’ya varır varmaz, bir kent haritası, metro planı ve bir de pusula almıştım. Bu üçü ile yolunuzu şaşırmanız neredeyse olanaksızdır. Bizde, Londra’nınki gibi kent haritası hiç görmedim. Metrolarımız zaten yeni kuruluyor. Onlarınki ise sanırım yüzelli yaşına yakın. Londra’da metrodan hiç çıkmadan, kentin her yerine ulaşmak mümkündür. Pusulayı özellikle metro istasyonlarında, yer altında yani, yön bulmak için almıştım. Ama, kent haritasını doğru okuyabilmek için de gereklidir pusula. Çünkü İngiltere’de tüm adresler, “yön” esasına göre tanımlanmıştır. Batı, güney, kuzeydoğu Londra v.s.

Zenginler ve Yoksullar

“Batı Yakası’nın Hikayesi” filmini, İstanbul’da ilk izlediğimde, henüz öğrenciydim. Şimdi adını anımsayamadığım sinema, Türkiye’de ilk kez, özel bir stereo ses düzeniyle donatılmıştı. O güzelim filme de öyle bir düzenek yakışırdı zaten. İzleyenler bilir o filmi, New York’un batısında yaşayan, yoksul göçmenlerin hikayesini anlatmaktadır. Demek ki New York’un zenginleri, doğuda yaşamaktadır. Güzeller güzeli Nathalie Wood’un o korkunç ölüm biçimini hiç içime sindiremedim…

Demek ki; ABD’de de kent adresleri, “yön” esasına göre tanımlanmıştır.

Türkiye’de ise siz, adres tarif edenlerin hiç “yön”lerden söz ettiğini duydunuz mu? Kuzey İzmir gibi, İstanbul’un güneybatısında gibi…

Sokakta, ortalama bir vatandaşı çevirin ve yaşadığı kentin yönlerini sorun, Bakalım, bilebilecek mi?

Sahi bizde acaba neden, yön duygusu hiç gelişmemiştir?

Gazete Ege, 29 Aralık 1997

Müfettiş

Gogol’un müfettişi değil, sözünü etmek isteğim, Cumhuriyet’imizin müfettişleri elbette.

Aslında, müfettiş yerine “denetim görevlisi” demek daha doğru. Murakkıp, kontrolör, uzman, denetçi sıfatı taşıyıp, müfettişlerle benzer işi yapanlar da çoktur, devlet yapımızda.

Eniştem, teyzemin kocası, “Hesap Mütehassısı” idi ve beni işyerinin bulunduğu, İstanbul Karaköy’deki o kasvetli, fakat saygı uyandıran, ağırbaşlı Maliye binasına ilk götürdüğünde, altı yaşındayım. Lacivert çizgili elbiseli, bakımlı ve ölçülü bıyıklı, çoğu gözlüklü, asık suratlı adamlardan beni sevdikleri halde ürkmüştüm. Hesap mütehassısları sonradan, “Hesap Uzmanı” adını aldılar. Yıllar sonra ben de “Hazine ve Kambiyo Kontrolörü” oldum. Birinci tercihim olan “Maliye Müfettişliği” kardeşime kısmetmiş…

Şimdilerde, memur olmak da bayağı zorlaştı. Ancak, müfettiş olabilmek, her zaman çok zordur. Giriş sınavının “yazılı”sını kazanmanız gerekir öncelikle. Sonraki “sözlü”yü kazanmak için ise, salt bilgi yeterli olmamıştır. Gizli soruşturma yapılır, ahlaki özellikleriniz, aile yapınız (yoksul olması sorun değildir) araştırılır. Bilgi kadar “temsil” yeteneğiniz de önemlidir.

Ardından, büyüteç altında yaşanan üç yıllık bir “muavin”lik dönemi ve sonra “ehliyet” sınavı.

Muavinler ve kıdemsiz müfettişler eskiden, her yaz mutlaka, Anadolu’nun bir kentine, dört ay ama mutlaka dört ay süren bir “turne”ye giderdi. Kıdem arttıkça turne süresi azalır ama bir ayın altına da hiç düşmezdi. Emekliliği gelen bir müfettiş, neredeyse tüm yurdu gezmiş olurdu. Turne, adeta askerlik görevi gibi kutsal, bir görevdi ve kaytarmak isteyene iyi gözle bakılmazdı. Devletten ayrılıp özel sektöre geçmek isteyene bile iyi gözle bakılmazdı. Hele bir de o kuruluşta, yıllar önce bile olsa bir de denetim yapmışsanız…

Ben, hırsızlık yapmış, rüşvet almış bir müfettiş, hiç duymadım. Onlara çay-kahve ısmarlamak bile zordu.

Masa memurlarından avantajlı yanları da vardı elbette. “Yevmiye sayesinde müfettiş maaşı aynı kıdemdeki memur maaşının iki katını biraz geçerdi. Ancak yevmiye, devamlı geziyor olmanın bedeliydi. Daha önemli olanı ise, bir yıllık yurt-dışı geçici görev. Türkiye’de pek az şeyin üretilebildiği geçmiş dönemlerde, araba bile getirebilirdiniz, bir yıllık bu görev dönüşünde. Pek çok müfettiş, yurtdışından, arabadan da değerli bir şeyle, yabancı dil bilgisiyle dönmüştür. Devletin esas amacı da buydu zaten…

Devlet geleneği açısından dünya sıralamasında, en başlarda yer alırız, kuşkusuz. Bu özelliğimizin oluşmasında; teftişin ve müfettişin payı çok büyüktür.

Ancak, benim kanımca, teftiş kurullarının esas işlevi; devlete, onurlu dürüstlüğü asla tartışılamaz, bilgili ve görgülü, yönetici kadrolar yetiştiren, birer okul olmalarıydı.

Bu okullara şimdilerde, belki eskisinden de çok gereksinim var. Devleti; “devlet adamı olsun” diye yetiştirilenlere emanet etmekten korkmayalım…

Gazete Ege, 29 Eylül 1997