Skip to main content

Gümrük Birliği ve Tüketicinin Korunması

Gümrük Birliği’ne uyum yasalarının en önemlilerinden biri 4077 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkındaki Kanundur.

Gümrük Birliği’nin yararları ile halkımızın ilk tanışması bu Kanun sayesinde olmuştur.

Söz konusu Kanunu, Gümrük Birliği’nin bir dayatması olarak eleştirenler var: Doğrudur. Bu Kanun ülkemizde de çoktan yasalaşmalıydı. Öte yandan da “ülkemize dayatılanlar, hep böyle iyi şeyler olsa” demekten de kendini alamıyor insan…

Avrupa standartları, uluslararası kabul görmüş, en gelişkin standartlardır ve bunlara ulaşmak, cumhuriyetimizin, “Çağdaş uygarlık düzeyini yakalamak” hedefine uygundur.

Bilindiği gibi; Gümrük Birliği’ne girmek demek belirli bir süreç sonunda, serbest piyasa ekonomisini tüm kural ve kurumları ile kabul etmek demektir.

Ancak serbest piyasa ekonomisi ile vahşi kapitalizm arasında, kıl payı fark vardır ve gerekli önlemleri almazsanız, serbest piyasa ekonomisi uyguladığınızı sanırken, kendinizi vahşi kapitalizmin insana ve doğaya değer vermeyen, acımasız ortamında bulursunuz.

Bu tehlikeye karşı en başta yapılması gereken şey, rekabeti ve tüketiciyi korumaktır.

İşte, 4077 sayılı Kanun, bu açıdan da büyük önem taşımaktadır.

Bu “Kanun’u sadece tüketiciyi koruyan bir kanun olarak görmek de yanlıştır. Üreticiyi, Avrupa standartlarında üretim yapmaya zorlayarak, onları da korumaktadır. Bir başka deyişle, sanayicimiz Avrupa pazarından önce iç piyasada, gerçek rekabete alışacaktır.

Esasen, üretici-satıcı temsilcisi olan mesleki kuruluşları, yani Sanayi Odaları, Ticaret Odaları ve Esnaf Odaları da karşı çıkmak bir yana bu Kanunu desteklemişler ve hayata geçmesine katkıda bulunmuşlardır.

Kanun’un amacını, biz Sanayi ve Ticaret Bakanlığı olarak bir cümle ile “ülkemizde artık, satılan mal geri alınmaz devrini kapatmak, satılan mal geri alınır devrini başlatmak” olarak özetliyoruz.

Benim çocukluğumda çoğu dükkânda iki levha vardı; “Veresiye satışımız yoktur” ve “Satılan mal geri alınmaz”.

“Veresiye satışımız yoktur” levhası veya veresiye satan tüccarın perişan halini gösteren temsili resimler ortadan kalkalı çok oldu. Şimdi sıra “Satılan mal geri alınmaz” levhalarında.

Ülkemizde sermaye birikimi, nasıl ki taksitli satışlar geliştikçe büyümüşse, işletmelerimiz şimdi de sattıkları ayıplı malları geri alarak gelişecektir.

4077 sayılı Kanun tüketiciyi, ayıplı mala karşı koruyor. Bazı Avrupa ülkelerinde, malın iadesi için, ayıplı olma şartı bile aranmazken bizde, kapıdan satışlar hariç, aranıyor ve böylelikle satıcı da kaprisli müşteriye karşı korunmuş oluyor.

4077 sayılı Kanun, tüketiciyi, fiyata karşı da korumuyor. Zaten eğer koruyor olsaydı serbest piyasa ekonomisinin mantığı ile çelişirdi. Bu açıdan 4077 sayılı Kanunu, 4054 sayılı Rekabet Korunması Hakkında Kanun ile birlikte değerlendirmek gerekmektedir. Çünkü 4054 sayılı Kanun, tüketiciyi dolaylı yoldan fiyata karşı, ama tekel ve kartel fiyatlarına karşı koruyarak 4077 sayılı kanunu tamamlamaktadır.

İzmir’de bu iki Kanun’un birbirini tamamlayan özellikleri göz önünde tutularak, ekmek fiyatları serbest bırakılmış ve kanımca çok da iyi sonuç alınmıştır. Çünkü KİT ürünlerine yapılan zamlara rağmen İzmir’de ekmek fiyatları 1995 Aralık ayından bu yana 10.00 TL (250 gr. için) civarında sabit kalmıştır. Ve görülmüştür ki haksız fiyat artışları olursa bunun nedeni serbest rekabet değil, fırıncıların kartelleşmesi olacaktır. Kartelleşme de yakalanır veya yakalanmaz, açıkça bir suç oluşturmaktadır.

Bu noktada belirtmek gerekir ki; tüketici, 4077 sayılı Kanun’dan önce de korunuyordu. Tüketiciyi aldatanlar hakkında Türk Ceza Kanunu’nun 526, 363, 401, 402 sayılı maddelerine dayanılarak, çok sayıda dava açılmaktaydı. Ancak, adalet sistemimizin ağır yüklenmeden kaynaklanan yavaşlığı, etkinliğimizi azaltmaktaydı.

4077 sayılı Kanun ise bir yandan yeni bir takım kurumlar oluşturup, öte yandan idarenin yetkilerinin arttırarak tüketiciye, daha etkin bir koruma sağlamıştır.

Kanunda oluşturulan yeni kurumlar şunlardır.
a) Tüketici Sorunları Hakem Heyetleri
b) Tüketici Mahkemeleri
c) Tüketici Konseyi
d) Reklam Kurulu

Bu oluşumlarla ilgili açıklamalar, başka bir konuşmanın konusunu oluşturacak kadar geniştir. Ancak şu kadarını belirtmek gerekir ki buralara yapılacak başvuruların her türlü vergi, resim ve harçtan muaf tutulması, sistemin işlemesi açısından son derece büyük önem taşımaktadır.

İdarenin arttırılan yetkileri de ayrı bir tartışma konusu oluşturmakla birlikte, yine belirtelim ki en önemli bölümü, idari para cezası uygulamasıdır. İdari para cezası uygulamasında da önemli yenilik, bu cezalara idare mahkemelerinde yapılacak itirazların, tahsilatı durdurmamasıdır.

SONUÇ

Uygulayıcılarından birisi olarak, 4077 sayılı Kanun’un bir takım eksikliklerine rağmen, oldukça iyi bir Kanun olduğunu belirtebilirim.

Özellikle hakem heyetlerinin iyi çalıştığını ve günlük hayatımızdaki yerini aldığını söylemek mümkündür. İzmir İl Hakem Heyeti’ne 8 Eylül 1995 gününden bu yana yapılan başvuru sayısı 600’ü bulmuştur. Başvuruların büyük bölümü, tüketici lehine karara bağlanmış ve alınan kararların önemli bölümüne de taraflarca uyulmuştur.

Ancak yasalar ne denli iyi olursa olsun, bunların hayata geçirilebilmesi için en önemli unsur tüketici bilincinin gelişmesi ve tüketicinin kendi haklarına sahip çıkmasıdır.

(Kimya Mühendisliği Dergisi)

Basın Bildirisi
13.3.1998

Bilindiği gibi evrensel tüketici hakları, ilk olarak ABD Başkanı
J. F. Kennedy’nin 15 Mart 1962 tarihinde Temsilciler Meclisi’nde yaptığı konuşmasında dile getirilmiştir.

Daha sonraki yıllarda 15 Mart günü birçok ülkede ve son yıllarda da Türkiye’de “Tüketici Hakları Günü” olarak kutlanmaya başlamıştır.

Bu çerçevede 1998 yılında, Bakanlığımızca düzenlenecek etkinliklerin; öncekilerden farklı olarak, bir günle sınırlı kalmayarak, 14-21 Mart tarihleri arasında bir haftalık dönemi kapsayacak şekilde düzenlenmesi uygun görülmüştür.

“Tüketici Hakları Haftası” boyunca İl Müdürlüğümüz, Büyükşehir Belediyemizin de desteği ile billboardları ve belediye otobüslerini afişlerle donatacak ve halkımıza değişik konularda hazırlanmış bilgilendirme broşürleri dağıtacaktır.

Yine Müdürlüğümüz yetkilileri tarafından İzmir’deki 16 ilköğretim okulundaki öğrencilere konferanslar verilecektir.

İzmir’de tüketici bilincinin gelişmesinde büyük payı olan medyamızın konuya gereken önemi vereceği inancı ile bilgilerinize sunarım.

Saygılarımla.
E.G.

Alsancak Garı

İsmet Paşa’yı ilk kez Alsancak Garı’nda gördüm. Trenle geldi. Nereden gelmişti bilmiyorum ama, Alsancak Garı’na geldi.

Çelik miğferli asker kıtası, esas duruşta karşıladı. Ben onu, vagonun penceresinden el sallarken uzaktan görebildim. Dedem beni sırtına almıştı.

Askerler, polisler ve İsmet Paşa; görüntü görkemliydi ama, biraz da ürküntü verici…

O zamanlar o, Milli Şefti.

İsmet Paşa, yanlış anımsamıyorsam, Alsancak Garı’ndaki şimdi Devlet Demir Yolları Hastanesi olarak kullanılan binada kalmıştı. Onu tekrar görebilmek umuduyla Gar’m çevresinde dolaşıp durmuştuk.

Alsancak Garı, en kalabalık olduğu sırada bile, sanki tenhadır. Bir gariptir, sessiz ve hüzün vericidir.

Hiç bir zaman, birinci sınıf bir gar olamadı…

Birinci sınıf olabilmek için bir gar, trenleri ya İstanbul’a gönderebilmeli ya da Ankara’ya. Alsancak Garı’ndan ise, ne İstanbul’a tren kalkıyor ne de Ankaraya’ya…

Alsancak Garı çirkindir. Dışı güzel, ama içi çirkindir, soğuktur. Neşeli giren durgunlaşır. Havaalanı tren seferleri bile kurtaramıyor Alsancak Garı’nı. Ama ben seviyorum, o bana çocukluğumdan kaldı…

İsmet Paşa ya İzmir’e geldiği o yıl ya da bir yıl sonrası, seçimi kaybetti.

İyi anımsıyorum, garın karşısındaki parkta, temizlik işçileri zafer gösterisi yapmışlardı. Yağdırılan küfürler hâlâ aklımda; çok üzülmüştüm.

Atatürk, bıyıksız yaşadı Cumhuriyeti. Paşa ise, hep bıyıklıydı. Ama bıyık, laikliğini engellemedi hiç. Namazını gizlice kılarmış…

İkinci adamken başarılıydı; Ata’yı tamamladı.

İkinci adamı varken de başarılıydı. Tamamlarken de tamamlandığında da başarılıydı.

Şimdilerde de Alsancak Garı’na gittiğim oluyor. İs kokusunu koklamak, geçmişi anımsayıp hüzünlenmek, hoşuma gidiyor bazen.
Küçücük bir çay ocağı var. Yorgun işçiler, çaylarını yudumlarken televizyon izliyorlar.

Girip, ben de bir çay söylüyorum.

Aklıma Gar’m önündeki renk renk aslanağızları, hercai menekşeler geliyor. Bir de sıra sıra dizilmiş paytonlar…

Karşıdaki park, şimdikinden çok büyük ve yemyeşil. Çimenlerin üzerinde güreşiyoruz, yonca toplayıp yiyoruz. Park bekçisi, peşimizden kovalıyor.

Parkın önünde iki-üç siyah taksi…

Çayımı bitince kalkıp çıkıyorum.

Garın duvarındaki Phillips bisiklet reklamını anımsıyorum bu kez: “Bisiklet üstündeki zenci çocuk, kendisini kovalayan aslana, nanik yapıyor.”

Zenci çocuk sanki bana nanik yapıyor…

Cumhuriyet, 4 Haziran 1990;
Gazete Ege 16 Haziran 1997

Denize Küsen Şehir

Yaz-kış demeden fırsat buldukça, Mustafa Kemal Sahil Bulvarı’nda yürüyüşe çıkarım. Yürüyüş bölgem genellikle, Levent Heykeli-Vali Konağı arasıdır. Tüm Bulvarda en yeşil bölge orasıdır. Heykel Faik bey durağı arasında parkın, Faikbey-Konak arasında ise bahçelerin yeşili fazladır. Ben bahçe yeşilini yeğlerim. Oralarda ağaçlar eskiden kalma ve kocaman. Parklardakiler ise yeni yetme…

Benim bölgemde Bulvar yazın her yaştan, her sınıftan insanla, tıklım tıklımdır. Akşam üstünden başlayıp çay bahçelerinde, boş masa bulamazsınız. Ben öğle saatlerini severim. Terlememek için sık sık ağaç gölgesinde oturup, sigara içerim. Ağustos böcekleri cır cır ötmektedir. Artık evimden duyamadığım bu müthiş senfoniyi keyifle dinler, Yamanlar Dağı’ndaki Smyrna siluetini ve Çatalkaya’yı seyrederim. Ve içimden çok sevdiğim denize bakmak gelmez.

Kış yürüyüşçüleri oldukça azdır elbette. Artık yürüyüşten başka spor yapabilecek gücü kalmamış olan yaşlılarla, sarmaşdolaş gezinen, oturan, unisex giyimli gençler, çoğunluktadır. Pek de gizlenme gereği duymadan, öpüşen çocuklara, kimse dönüp bakmadığına göre “Gavur İzmir” bizim oralarda yaşamayı sürdürüyor gibi…

Mustafa Kemal Bulvarı’nda yürüyüşler hep otoyolun kara tarafında yapılır. Deniz kıyısında yürüyen kışın hemen hiç yoktur. Yazın bile tek tük insan görebilirsiniz. Yürüyüşçülerin hemen hepsi tıpkı benim gibi denizi çok seyretmezler.

Evet İzmirli denize küstü.

Oysa benim çocukluğumda, İç Körfez’in neredeyse tümünde evlerin önünde hep şarpiler, sandallar demirli olurdu. Onlara kadar yüzer, üstlerine çıkıp biraz soluklandıktan sonra suya balıklama atlardık. Bostanlı’da Kabotaj Bayramı’nda yüzme, yelken ve yağlı direk yarışları yapılırdı. İstanbul vapurları Pasaport’taki iskeleye yanaşır, oradan kalkardı. Cumhuriyet Alanı Gümrük arası capcanlı tipik bir Akdeniz limanıydı…

Benim çocukluğumda İzmirli, denizle barışıktı.

Aslında küslüğü başlatan İzmirli değil, denizdir. Deniz artık içinde yüzerek serinlememize izin vermiyor. Suların, cam göbeği rengine dalıp dalıp düş kuramıyoruz. Deniz artık bizi, balıkla, midye ve kalamarla beslemiyor da.

Deniz haksız mı yani?

Son günlerde küçük bir değişim oldu. Kışa girdiğimiz halde, Güzelyalı’da deniz kıyısında dolaşanların sayısı epey arttı. Nedeni yeni yapılan vapur iskelesi ve üst geçit. Sanırım üst geçit ben dahil, epey insanın otoyol korkusunu, yaya geçidinde ezilmek korkusunu yendi. Ölmüş de olsa, denize akın, bir iskele ve bir üst geçitle artmaya başladı.

Demek ki kimileri, denize küstüğü için değil, denize ulaşamadığı için hep kara tarafında dolaşıyor.

Yalılara yapılan otoyollar insanın denizle bağlantısını koparıyor, demek ki…

Gazete Ege, 17 Kasım 1997