Skip to main content

Enflasyona Karşı Çareler

Türkiye’nin en önemli sorunlarından birisi, hiç kuşkusuz enflasyondur. Sadece emekçi yığınların belini bükmekle kalmayıp, bugün artık ekonomimizi de işlemez duruma getiren enflasyonu, bir kaza, bilinçsiz-tutarsız politikaların eseri bir yanlışlık gibi görürsek, çözüme olanak yoktur.

Enflasyon, 1950’lerden bu yana, egemen güçlerin sermaye birikimini gerçekleştirerek kapitalist yoldan kalkınmak için buldukları, formüldür. Gerçekten, enflasyon nedeniyle ücretlilerin cebinden çıkan satmalma gücü, buharlaşıp yok olmamakta ve fakat bir başkasının, sayıları azalırken servetleri çoğalan başkalarının cebine girmektedir.

Her mahallede bir milyoner yaratma formülüyle veciz biçimde ifade edilen enflasyonist politika, giderek dozunu kaçırmış ve bu gün “Her apartmanda daire sahibi sayısınca milyoner yaratma” boyutuna erişmiştir. Evet, her apartmanda vergi elektrik-su ve ısınma giderlerini ödemekten aciz, çok sayıda milyoner…

Başlangıçta, sermaye birikiminin temel aracı olarak uygulamaya konan enflasyonist politika, büyük ölçüde amacına ulaşıp, sermaye birikimini ve çarpık ve dışa bağımlı da olsa, sanayileşmeyi sağladıktan sonra, bu kez ortaya çıkan tüketim sanayiinin ürünlerinin özellikle dayanıklı tüketim mallarının satışını sağlayacak satmalma gücünün yaratılması için vazgeçilmez ekonomik araç niteliği kazanmıştır.

Televizyon, buzdolabı, otomobil gibi dayanıklı tüketim mallarının satılabilmesi için; geri kalmış, yoksul bir ülkenin, kapitalist kalkınma uğruna daha da yoksullaştırmış insanlarına, bunların hiç olmazsa bir bölümüne enflasyon yoluyla satmalına gücü, şırınga edilmiştir.

Halka sağlanan satmalma gücü, sermayenin kârlarından sağlansa, düzeni kutlamak gerekebilirdi. Ama bu işlem kârları daha da artırmak ve sermayeye sermaye katmak üzere yapılıyor ve yasal vergiler bile ödenmeyerek devlet en önemli gelirinden yoksun bırakılıyorsa, artık sadece, kendi kendisini besleyen bir enflasyondan söz edilebilir.

Denilebilir ki, “Yani halkımız televizyon, buzdolabı veya arabadan yoksun mu kalmalıydı?” Elbette kalmamalıydı. Ancak dışa bağımlılığı azalacak yerde çoğalan temel yatırımlarla desteklenmeyen ve dışsatımı aklına getirmeyen bir sanayinin ürettiği ürünleri satmalmak mutluluğuna erenler, elektrik kısıntısından televizyonlarını, yakıtsızlıktan arabalarını, kullanamazlarsa ve bunlara sahip olmak uğruna soğuktan hastalanıp, ilaçsızlıktan kırılırsa ya da hammadde, yedek parça yokluğundan kapanan fabrikalardaki işlerini yitirirlerse hiç şaşırmamalıdırlar.

Yetiştirdikleri Canavardan Korkuyor

Başından beri savunduğumuz tez; enflasyonun, egemen güçler tarafından başlangıçta sermaye birikimini gerçekleştirmek ve daha sonra ise, mevcut düzenin çarklarını çalıştırmak için uyguladıkları, bilinçli bir politika olduğudur.

Ancak bugün enflasyon öylesine hız kazanmıştır ki artık dizginlerin egemen güçlerin elinden de kaçtığı ve onları da tedirgin edecek boyutlara ulaştığı rahatlıkla söylenebilir.

Öyle ki bugün artık çok üretim yapan bir fabrika sahibi değil, bir grev yaratarak hammadde ve mamullerini stok eden fabrikatör karlıdır. Sermaye üretime değil, çok çabuk devredildiği ticarete ya da büyük karlar getiren spekülasyona kaymaktadır. Fiyat mekanizması etkinliğini yitirmiş olup, zam gören bir malın talebi azalacak yerde artmaktadır. Daha önemlisi düzen kendi ürettiğini satamaz duruma gelmiştir. Talep olmadığından değil, satmak yerine satmamanın kârlı olmasından bugün satacak yerde yarın, yarın satacak yer de daha sonra satmanın daha karlı olmasından ötürü.

Artık “Ekonomik bunalım” değil, tam bir “Ekonomik anarşi” olarak adlandırılabilecek bu durumdan halkımızın her kesimi son derece huzursuzdur ve kuşku duyulmasın ki siyasal anarşinin de temel nedeni bu ekonomik anarşidir.

Başlangıçta bilinçi bir politika aracı olan enflasyonun egemen güçleri de rahatsız edecek boyutlara ulaşmış olması, bir yerde hata yapıldığını göstermektedir.

Acaba enflasyonu bugünkü kontrolsuz boyutlara eriştiren temel yanlış nedir?

Kanımızca bu yanlış;

1) Otomotiv sanayiinin Türkiye’de gerektiğinden çok erken kurulması,

2) Daha da önemli olarak son yıllarda izlenen ve “Yatırım enflasyonu” biçiminde adlandırılabilecek kadar ölçüsüz yatırım politikası olmuştur.

3) Türkiye’nin binek arabası gereksinimini bedelsiz ithalat yoluyla sınırlı biçimde karşıladığı ve buna rağmen bedelsiz ithalatın bile kısıtlandığı bir aşamada kurulan otomotiv sanayii, iç tüketim isteğini aşırı biçimde artırması yanında, akaryakıt kar transferi, Türkiye’de üretilen otomobillerin yurt dışından getirilen parçalarının ithali için döviz gereksinimimizi büyük çapta artırarak ödemeler dengesi sorunumuzu da önemli şekilde ağırlaştırmıştır. Ödemeler dengesi sorununun ağırlaştığı oranda sanayimizin üretim için gereksinim duyduğu ithalat yapılamamış ve sonuçta ortaya çıkan üretim düşüklüğü enflasyonu beslemiştir.

4) Son yıllarda “Hızlı sanayileşme” veya “Ağır sanayi kurulması sloganları ile yürütülen yatırım politikası, yurdumuzun birçok yerinde plansız programsız yatırımlara başlanılması şeklinde ortaya çıkmış ancak bu esasen uzun vadeli yatırımların hiçbirisi tamamlanarak üretime sokulmamıştır. Söz konusu yatırımlar için büyük iç ve dış kaynak kullanıldığı halde sonuçta bir üretim gerçekleştirilmemesi, yürüyen enflasyonu çılgınca koşmaya başlatmıştır. Geçtiğimiz dönemde enflasyonu hızlandıran faktörler arasında, kuşkusuz ülke için yararlı ancak enflasyon dönemlerinde ihtiyatla uygulanması gereken Boğaz Köprüsü gibi bayındırlık yatırımlarının da büyük rolü vardır. Bu tür projeler piyasaya milyarca liralık satmalma gücü çıkarırlar ama bu milyarların satın alabileceği herhangi bir mal üretmezler.

Enflasyonun nedenleri konusundaki bu görüşler kuşkusuz tartışmalıdır ve yanlış olabilir. Ancak son yıllarda enflasyona bu tür nedenler arandığına pek tanık olmadığımı üzülerek belirtmek isterim. Ekonomik ve dolayısıyla politik yaşantımızı yöneten egemen güçler enflasyon konusunda bir tek neden ve bir tek suçlu bulmuşlardır ve devamlı bunu işlemektedirler. Onlara göre neden, “Toplu sözleşmeler” suçlu ise “Sendikalı işçidir.”

Oysa enflasyondan “Toplu sözleşmeleri” sorumlu tutmak için işçi ücretlerindeki artışların enflasyon oranını ve verimlilik artışlarını aştığını kanıtlamak gerekir ki ben bu işi başarabilen bir bilimsel çalışma hatırlamıyorum.

İki Öneri

Enflasyon gibi dev bir sorunun bir makale ile çözümü için reçete yazmak iddiasında değilim. Ancak yine de son söz olarak ve tartışmaya açmak üzere iki öneri getirmek gerektiğini duyuyorum.

1) Yeni yatırımların gerçekleştirilmesinden çok mevcut kapasitelerin tam olarak devreye sokulmasına ve dolayısıyla üretimlerin çok acele artırılmasına öncelik verilmelidir. Ödemeler dengesi sorununu çözmeye dönük önlemler genellikle enflasyonist etkili olmakla beraber sanayiimizin durmasına yol açan ithalat tıkanıklıklarının giderilmesi açısından, bu sorunun çözülmesi, acil zorunluluktur.

2) Yatırımlarda bu aşamada, uzun vadeli büyük projelerden çok, bir iki yılda tamamlanıp üretime sokulabilen tarım sanayii gibi sanayi yatırımlarına öncelik verilmeli ve her şeyden önce başlatılmış yatırımlar tamamlanmalıdır.

Kuşku yok ki gerçek sanayileşmenin ancak ağır sanayinin kurulmasıyla gerçekleşeceğine biz de inanıyoruz.

Bu nedenledir ki bu aşama için önerdiğimiz sanayileşme tipi, bir sanayileşme modeli değil, anti enflasyonist bir önlemdir.

Cumhuriyet, 6 Şubat 1980

Ekmek Olayı

Türkiye’de sadece İzmir’de ekmek fiyatı; gömlek fiyatı, sebze-meyve fiyatı gibi serbesttir. Yani Fırıncılar Odası ekmek tarifesi düzenlememekte, bu işi her fırın, kendi maliyetine göre kendisi yapmaktadır. İki yıla yakın bir süredir uygulanan sistemin, iyi sonuç verdiğini söylemek yanlış olmaz. Çünkü; azami fiyatın yirmi beş bin lira olduğu yakın dönemde, özellikle de yoksul semtlerde ekmek, yirmi ve hatta onbeşbin liradan satılmıştır. Ekmeğin otuz bin liraya çıkarıldığı şu son günlerde, rekabeti bozucu girişimler olduğu gözlenmekte ise de bu çabaların, aşağıda belirtilecek nedenlerle uzun sürmeyeceğine inanmaktayım. Çünkü; İzmir’deki ekmek üretim kapasitesi, gereksinimin beş katıdır.

Yasal Yetki Kimin?

1) Türkiye’de Fırıncılar Odası dışında, hiçbir kişi ve kuruluşun, ekmek tarifesi belirleme yetkisi bulunmamaktadır. Tarife diyorum, çünkü; tüketici açısından ekmeğin maliyetini sadece fiyat değil, aynı zamanda gramaj belirlemektedir.

Fırıncılar Odası bu yetkiyi, 507 sayılı Esnaf ve Sanatkarlar Kanunu’ndan almaktadır. Yani, liberal ekonominin ‘bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler’ mantığı gereğince hazırlanmış mevzuat, müdahaleci hükümet politikalarına elverişli değildir. Yani bugün, hükümetin ‘ekmek fiyatı yirmi bin-yirmi beş bin lira olacak’ diyebilmek için yasal yetkisi yoktur. Ekmek fiyatına müdahale edilecekse, yeni yasal düzenlemeye ihtiyaç vardır.

2) Mülki amirlerin ve belediye başkanlarının, ekmek tarifesi konusundaki tek yetkileri Fırıncılar Odası tarifesine itirazdan ibarettir. Bu yüzden, her ekmek zammında atılan ‘halkın ekmeği ile oynanıyor, vali bey uyuyor mu?’ türünden manşetlerle valilere haksızlık edilmektedir.

İtiraz mercii ise Sanayi ve Ticaret İl Müdürü Başkanlığı’ndaki üç kişilik, Tarife İtiraz Komisyonu’dur. Komisyonun diğer üyeleri, Esnaf ve Sanatkar Odaları Birliği ile Ticaret Odası temsilcileridir. Bu yapılanma bile itirazın kabulünün ne kadar güç olduğunu göstermeye yeter. Kaldı ki itiraz kabul edilse bile, Fırıncılar Odası’nın mahkemeye itiraz hakkı vardır ve dava süresince zamlı tarife uygulanır. Dava sonuçlandığında ise ekmek, iki-üç zam daha görmüştür bile…

Sanayi ve Ticaret İl Müdürleri’nin yetkisi de ancak itiraz durumunda (re’sen değil) komisyon başkanlığı yapıp, tek oyunu kullanmaktan ibarettir. İzmir’de gerek sayın valinin ve gerekse Sanayi ve Ticaret İl Müdürlüğü’nün, diyalog ve uzlaşma yoluyla, yasal yetkilerinin çok üstünde etkinlik sağlamış olduklarını belirtmek isterim.

Yasalar Çelişiyor

1) Fiyat belirleme yetkisinin sadece esnaf odasına verilmiş olması, günümüz gerçekleriyle çelişmektedir. Çünkü; fırıncıların önemli bölümü, esnaf olmaktan çıkmış; tüccar ve hatta sanayici niteliği kazanarak kendi odalarına üye olmuştur. Bunların Fırıncılar Odası’ndan tarife almak gibi bir hak veya ödevleri yoktur. Fırıncılar Odası’nın da öyle. Ticaret ve Sanayi Odaları’na verilmek istenen yetki, Anayasa Mahkemesi’nce iptal edilmiştir. O halde, tüccar ve sanayici fırıncının, ekmeği belirli bir fiyattan satması için yasal zorunluluk yoktur. Onlar da normal ekmekte Fırıncılar Odası tarifesine uymakla beraber, francala, paketli ekmek, dilimli ekmek, katkılı ekmek adıyla, istedikleri fiyatlara, ekmek satmaktadır.

2) Ekmeğin, tüm girdilerinin fiyatı serbesttir ve devamlı artmaktadır. Mayada ise tekel oluşumuna dair ciddi iddialar vardır. Bu durumda, sadece ekmeğin fiyatını sabit tutmaya çalışmak, Nasreddin Hoca türbesinin kapısına, kilit vurmaya benzemektedir.

3) Mal ve hizmet fiyatlarının, merkezi otoritelerce tarifelerle belirlenmesi, serbest piyasa ekonomisi kurallarına ve dolayısıyla da Avrupa Birliği koşullarına uymamaktadır. Kanımızca, ekmekte tarife hazırlanması, 4054 sayılı rekabetin korunması hakkında kanunun 4. maddesine açıkça aykırıdır. Aslında, çeşitli kuruluşlara, bağlayıcı tarife hazırlama yetkisi veren tüm mevzuat, bu kanuna aykırıdır. Ama yürürlükten kaldırılmadıkları için geçerlilikleri de sürmektedir.

Bu vesile ile mal ve hizmet tarifelerinin, tüketiciyi değil, meslek mensuplarını ve de çoğu kez tüketici aleyhine korumayı amaçladığını belirtmek isterim. Bence tarifeler, piyasa ekonomisinin değil, lonca sisteminin argümanlarıdır…

Ekmek konusundaki mevcut mevzuat, müdahaleci politikalara elverişli değildir.

Müdahale edilecekse, yeni yasal düzenlemeye gerek vardır. Bunun için de öncelikle, rekabet kurulunun, ekmeği, piyasa ekonomisi dışında değerlendirdiğine dair karar alması, Avrupa Birliği’ne uyum açısından gereklidir ve kurulun böyle bir yetkisi de vardır.

Ancak, bu durumda da ekmeğin tüm girdi fiyatlarının serbest olduğu düşünülerek gerekli sübvansiyon ve sübvansiyonu denetleme mekanizmaları, yani yeni bir bürokrasi yaratılmalıdır.

Kanımca bu uygulama, ucuzluktan çok, sübvansiyon zenginleri yaratacaktır.

Bu yüzden;

1) Özellikle kalite ve gramaj sorunlarının çözümü için ekmek mecburi standardının acilen yürürlüğe sokulması,

2) 4054 sayılı Kanuna ve Rekabet Kuruluna tam işlerlik kazandırılarak mafya bozuntuları ile mücadeleyi etkinleştirerek tam rekabet koşullarının yaratılması ve fiyat belirleme işlevinin serbest piyasaya bırakılması, gerektiğini düşünüyorum…

Cumhuriyet, 2 Ağustos 1997

Nif’e Yenilen Napolyon

Ben Kemalpaşa’ya ilk kez dokuz yaşındayken, bir kiraz bayramında gittim. Gazi İlkokulu’nda üçüncü sınıfı okurken, öğretmenimiz, emekliliğine az kalmış yaşlı bir adamdı. Sınıfta uyuklar, dersi çoğu kez sınıfın çalışkan öğrencilerine anlattırırdı.

Fırsatını buldukça da bizi geziye götürürdü. Sık sık Fuar’a giderdik. Agora’yı ve Bayraklı’daki eski İzmir kalıntılarını ilk kez, bu gezilerde gördüm.

Kemalpaşa’ya kiraz bayramı için yapılan gezi de işte bunlardan biriydi. Yemyeşil çayırların üstüne yayıldık. Koştuk, oynadık. Öğretmen bazılarımızı güreş tutmaya zorladı. Peynir, ekmek, kimimiz haşlanmış yumurta, soğuk köfte yedik. Ama kuşkusuz en çok da kiraz. Sepetler dolusu kiraz tükettik. Kulaklarımıza küpe gibi astık.

Yıllar sonra işsiz olduğumuz bir sırada, Celal ve Mehmet ile birlikte kiraz dış satımına karar verdik. 1978 yılında tanıştığım Eddy Warrington’la yazıştık. Eddy Warrington’m karısı İtalyan, iki damadı Türk’tür. Türkçeyi Türkten farksız konuşur.

Napolyon kirazın Londra’daki fiyatı, yaklaşık iki bin liraymış. Biz burada, bin liraya mal edebileceğimizi hesapladık. Yüzde yüz kar! İyi… Dışsatım Akm’m şirketi üzerinden yapılacak.

Üçümüz, elimizdekileri ortaya koyduk, küçük bir sermaye oluşturduk. Günde beş yüz kilo göndermeye yetecekti. Kuşkusuz paranın geri dönüşü hızlı olmalıydı ve aksamamalıydı.

“Böcek Yaşar” bize, Parsa’da bir dükkan buldu. Sekiz-on da işçi kadın. Kadınların bazıları, 1978-1979 yıllarında Tariş’te üzümde çalışmış.

Avrupalı meyvenin sebzenin en iyisini yemek ister. Her kirazı gönderemezsiniz. Herşeyden önce, ya Napolyon cinsi olacak ya da Salihli… Taze olacak, kurtsuz olacak, sapı kopmamış olacak, beş kiloluk karton kutuya konacak. İstiflerken sapları aşağı doğru yerleştirilecek ve uçakla gönderilecek.

Bizim çocuklarımız, ikiz kiraza bayılır. Londra’ya gidecek ise ikiz kiraz ıskartadır.

Havra sokağından satın aldığımız Napolyon veya Salihli bilesiniz ki çoğu kez, dış satım artığı, ıskarta kirazdır.

İlk beşyüz kiloluk parti için kolları sıvadık. Satın aldığımız kirazlar taze ve kurtsuzdu. Bunu, Teknik Ziraat Müdürlüğü görevlisi mühendis arkadaş da doğruladı.

Ambalajlamaya giriştik…

Kadınlarla birlikte ben, Celal, Mehmet, Böcek Yaşar ve hatta görevli mühendis de imece yöntemi ile çalışıyorduk. Çoğu kez Akın da katıldı.

Birinci parti, kazasız-belasız yerine ulaştı. İkinci de öyle.

Üçüncü parti kirazımızı, aktarma sırasında, Zürich havaalanında unutmuşlar. Dördüncü parti kısmet olmadı, battık…

Geçenlerde gazetede bir resim gördüm. Kemalpaşa’da kiraz bahçeleri, kurumaya yüz tutmuş. Nedeni, Nif Çayı’na akıtılan sanayi atıkları.

Korkarım yakında, kiraz bahçelerinin yerini hepten fabrikalar alacak.

Napolyon, bu kez de Nifin zehirli sularına yenik düşüyor…

Cumhuriyet, 24 Nisan 1990;
Gazete Ege, 13 Ekim 1997