Skip to main content

Reji

Benim çocukluğumda Alsancak sokakları tütün işletmelerinde çalışan gencecik kızların, erkeklerin üstü başı tütün kokardı…

Benim çocukluğumda Reji’nin acı anıları da belleklerden silinmemişti daha…

Aramızda eski Reji kavasları, Reji kolcuları yaşardı.

Reji’nin baskı demek, sömürü demek olduğunu duyardık ve bilirdik.

Dünyanın en iyi şark tütünleri, İzmir’in Gavurköyü’nde, bir Akhisar’da yetişir.

Bu yüzden de Osmanlı’nın tuz ve tütün gelirlerine el koyan Düyunu Umumiye, Reji İdaresi’ni de İzmir’de kurmuştur.

1887’de Reji gelene dek, özgürce sürmüştü tütün tarımı ve alım-satımı. Osmanlı, sadece vergisini almıştı. Reji ile birlikte tütünün işlemesi de, alım-satımı da ona geçti.

Reji tek alıcı oldu. Reji’den başkasına tütün satmak yasaktı.

Osmanlı’nın Avrupalı’ya borcunu ödemek, Ege’nin tütün üreticisine düşmüştü.

İstanbul Boğazı’ndaki yalıların, sarayların, Rumeli’ye ya da Arabistan’a yaptırılan yolların hanların bedelini, yoksul tütün üreticisi ödeyecekti.

Ve çok acı biçimde ödedi de…

Reji, acımasız bir sömürü çarkı kurdu. Tütün alım fiyatını keyfince belirledi.

Yurt dışına otuzbeş kuruşa sattığı tütünü üreticisinden on kuruşa aldı.

Tütün üreticisi yoksuldur. Ama yine de üretir tütünü. Çünkü, tütünün yetiştiği yerlerin çoğunda başka ürün yetişmez. Tütüne “eli mahkumdur” yani.

Tütün üreticisinin dindeyken on kuruş, Reji’nin eline geçince otuzbeş kuruş…

Ve doğaldır ki kaçakçılık başladı. Kimi üreticiler, ürünlerinin bir bölümünü gizlice tüccara sattı.
Ama Reji bu… Boş durur mu?

Osmanlı’ya bir yasa hazırlattı. Buna dayanarak da silahlı kolcu örgütünü kurdu. Anadolu insanı birbirini kırsın diye…
Kolcular üreticileri öldürmeye başladılar.

Tütün kana bulanmıştı…

Abdülhamit bile birara Rejiyi kaldırmayı düşündü, ama gücü yetmedi.

Cumhuriyete kadar tütünün üzerinden kan eksik olmadı.

Bugünlerde de yüreği kan ağlıyor tütün üreticisinin…

Cumhuriyet, 8 Nisan 1990;
Gazete Ege, 20 Ekim 1997

Bahar

Erikler çiçek açtı…

Sokak aralarındaki tek tük ağaçta, görüyorum.

Bu kadarcık bahar dalı bile, coşku duymaya yetiyor.

Çağla çıkalı epey oldu.

İzmirime bahar geldi.

Gökyüzü pırıl pırıl ve de gündüzleri hava, yeterince sıcak.

Dibi görünmeye başlayan barajlar, kaygı verse de güneşli günler güzel.

Bugünlerde, körfez vapuruna binip, açık güvertede çay içmeli. Gerçi deniz bulanık ve kötü kokuyor. Ama olsun; ben de denize değil, gökyüzüne bakarım. Uzaklara, Yamanlar’a ya da Çatalkaya’ya bakarım.

Bakar da çocukluğumun körfezini düşlerim. Belki de, Karşıyaka yalısının, yok olmuş palmiyelerini, yel değirmenlerini, görür gibi olurum.

Sonra bir de kalkıp fuara gitmeli.

Ben, ilk baharda severim fuarı, tenhayken. Hele bir de yağmur sonrasıysa ve güneş de açmışsa…

O zaman çimenler daha bir yeşildir. Ortalık mis gibi ıslak toprak kokmaktadır.

Yapraklardan, dalların ucundan, düşmeye hazırlanan su damlacıkları, güneşte parıldamaktadır…

Fuarın yeşil alanı, son yıllarda epey azaldı. Çirkin yapılar ise çoğaldı. Ama yine de İzmir’in akciğeri. Kent içinde daha büyük yeşil alan yok.

Yangın yerini yeşile döndüren Behçet Uz’u, saygıyla anmak gerek…

Yeşil özlemi ile Mustafa Kemal Sahil Bulvarı’na çıkıyorum. Hayret, bazı yerlerde denizin dibi görünüyor.

Göztepe’de otlar büyümüş. Uzaktan bakınca, gri beton duvarda, küçük yeşil bir pencere açılmış gibi. Yaz gelip otlar kuruyunca, o küçük pencerede kapanacak.

Sahip Bulvarı’na da epey ağaç dikilmiş. Ama şimdilik yeşillik cüce.

Elbirliği ile koruyup kollarsak ağaçlar beş-altı yılda büyür, İzmir’in yeşili de epey çoğalır.

İzmir’in ilkbaharı kısadır. Yaz yakında gelir.

Diyorum ki, ilkbaharı yaşamanın tam zamanı.

“Bahçesinde ebruli hanımeli açan” minnacık bir evim olsa. Renk renk açan sardunyalarım ve ille de bir de yasemin.
Sabah, çayım elimde, bahçeye çıksam. Bir yasemini koklasam, bir hanımelini…

Cumhuriyet, 22 Mart 1990

Karşıyaka’da Sabah Gevreği

Bin dokuz yüz ellili yılların başları… Sabahın erken saatlerinde, Karşıyaka’nın ara sokakları bomboş.

Hava şimdiden sıcak. Cırcır böcekleri, birazdan ötmeye başlayacak…

Uykumu alamamışım. Ama gevrek, sabah gevreği, o saatlerde satılır, satılırsa…

Kardeşimle birlikte, gevrek satıyorum. Bağırmaya utandığım için, ben sepeti taşıyorum, kardeşim bağırıyor; “Haydi gevrek var, sıcak gevrek. Kazan gevreği bunlar…”

Arada bir, bir kadın başı pencereden uzanıyor ve sesleniyor, “Getir oğlum gevrekçi, dört tane getir.”

Sepetin üstündeki beyaz örtüyü açıyorum, havaya sıcacık bir buhar yükseliyor. Gevreklerimiz, gerçekten sıcak mı, sıcak…
Sonra dört sıcak gevreği, çıkarıp kardeşime veriyorum, elleri yana yana götürüyor.

Varlıklı değildik ama, mahalledeki pek çok arkadaşımız gibi, yalınayak gezecek kadar yoksul da değildik. Bu yüzden arkadaşlarımıza özenerek, yalınayak gezdiğimizde, onların ayaklarına batmayan bütün cam parçaları, bizim ayağımıza batardı.

Yoksul sayılmazdık ama yaz tatillerinde kardeşimle birlikte gevrek sattık bir dönem. Sabah gevreği ayrı akşam gevreği ayrı.

Kardeşim kendi adına soğuk su ve buzlu koruk şerbeti de satmıştı.

Aslında, Yahudi çocukları gerçekten öyle yapar mıydı bilmem ama, babam en varlıklı Yahudilerin bile -İzmir’de yoksul Yahudi pek yoktu galiba- çocuklarına gevrek sattırdıklarına, işportacılık yaptırdıklarına ve bu yüzden varlıklı olduklarına inandırmıştı bizi…

O yıllarda, “her mahallede bir milyoner yaratma” politikaları, Türkiye gündemine girmişti.

Babam da, kardeşim de, ben de varlıklı olmayı istiyorduk, doğal olarak.

Jean Paul Satre’ı okumamış babam; nereden bilsin ki, sürgünde yaşayan Yahudiye, pis iş sayılan ticaret dışında tüm alanlar kapatılmıştı asırlar boyu.

Devlet yönetiminden askerlikten, tarımdan yasaklanmış Yahudi de ticarette uzmanlaşarak, büyük varlıklar edinmiş ve kendisini ezenleri, ezmeye başlamıştı.

Ben okuyup, yazdıkça çocukluğumun varlıklı olma tutkusundan utanç duymaya başladım ve kamu görevlerine yöneldim.

Kardeşim ticaretle uğraşmayı sürdürdü. Benden küçük olduğu halde, yıllar önce varlık edinemeden öldü.

Asırlar sonra, Yahudi kendi devletini kurdu. Şimdilerde ticaretten çok savaş yapıyorlar.

Ben de, 1402 sayılı yasaya dayanılarak, kamu görevlerinden yasaklandım.

1980 yılından bu yana, acaba kaç 1402’lik gevrek satarak geçinmek zorunda kaldı yıllar boyu?

Cumhuriyet, 20 Ocak 1990;
Gazete Ege, 30 Haziran 1997