Skip to main content

Memur İçin Senfoni

Memur olarak doğmuşum” desem, yeridir. Babam memurdu çünkü, hem de üniformalı cinsinden. Ve ben; devletten maaş almadan, nasıl para kazanılır, bilmezdim.

Aslında, benim çocuk olduğum çağlarda, yaşadığımız çevrede, asker-sivil memurlar dışında, başları yemenili tütün işçisi kızlar ve fırıncı, bakkal, kömürcü (mangal kömürü satarlardı ve hemen her sokakta bir tane bulunurlardı) esnafı dışında, pek kimse de yoktu zaten. Zenginler yoktu yani, mali müşavirler, avukatlar da yoktu. Bir tek, “yüzbinlikler” diye bilinen bir aile vardı, zengin olarak. Tayyare piyangosundan, büyük ikramiyeyi, yüzbin lirayı kazanmışlar, adları öyle kalmış.

“İmtiyazsız, sınıfsız bir kitleyiz.”

İmtiyazlılar elbette vardı da çağdaş anlamda sınıf, pek yoktu galiba. İşte bu yüzden sosyalist devletçilik, sınıfsız toplum yaratmaya uğraşırken, bizim devletçiliğimiz; sınıf yaratmak peşindeydi. Devlet, Türk tüccar ve sanayici yaratacaktı, onlar da kalkınmış kapitalist devleti…

Benim çocuk olduğum çağlarda, Kordon’daki güzelim sakız biçimi evlerde oturanlar bile, pek varlıklı sayılmazlardı. Yerlerde eskimiş halılar, antika bir konsolun üzerinde yine antika bir gaz lambası, yatak odalarındaki komodinlerde birer idare lambası, salonun orta yerinde ise, soba değil, büyükçe bir mangal…

Sermaye birikiminin olmadığı, dolayısıyla, işçi sınıfının da neredereyse bulunmadığı bir ülkede, yönetim gücünü, bürokrasinin ele geçirmesi doğaldır. Hele de güçlü bir devlet, bir imparatorluk geleneğinden geliyorsa. Cumhuriyeti ve onun devrimlerini, kimler ve nasıl gerkçekleştirdi acaba?

Bürokrasi, egemense eğer, bir asker-bürokrat olan, baba-mın da güçlü ve imtiyazlı olması gerekirdi diye düşünüyorum. Oysa ki ben; çok sevdiğim, iki tekerlekli bir bisiklete hiç sahip olamadım. Yalınayak gezmezdim ama hep yamalı çorap giyerdim. Babamın tek imtiyazı, eve getirebildiği, bir veya iki asker tayını idi. Annem, sütü zehirlendiği için, bana meme verememiş ve suyu ile beslenmem için gerekli olan bir avuç pirinci babam, tayın ekmeği ile takas ederek sağlamış bir süre. İmtiyaz yoksa, şimdi ben de yokmuşum galiba…

Onyedi yaşıma geldiğimde, gerçekten memur gibi oldum: Mülkiye’nin giriş sınavını burslu olarak kazandım ve Maliye Bakanlığı’ndan her ay, yüzyirmibeş lira almaya başladım. Alamasam, Ankara’da okuyamazdım. Babam para gönderemezdi. O zaman, teyzemin yanında okuyabilmek için, İstanbul’a, İktisat Fakültesi’ne gidecektim. Oysa, Mülkiye’yi bitirmeden, müfettiş olabilmek pek zordu. Önce müfettişlik, sonra Hazine’de genel müdür yardımcılığı, genel müdürlük, ardından da Maliye’de olmasa bile bir müsteşarlık. Bize öğretilen ve değişmeyecek sandığımız, doğru rota böyleydi. Bu rotada, sonuca varmış insanlar hep çevremizdeydi ve ben de bu çizgide epey yol alabildim ilerde…

Okulu bitirince, Hazine ve Kambiyo Kontrolörlüğü giriş sınavını kazandım. En çok istediğim Maliye Müfettişliği, on yıl sonra kardeşime kısmet oldu.

Göreve başladığım gün; sonradan Ticaret Bakanı olarak, beni Tariş Genel Müdürü yapan, Grup Başkanımız Teoman Köprülüler’in karşısına oturdum. Önüme önce, yasal yetkilermi belirten, hüviyet cüzdanımı koydu. Sonra, kadife bir kese içinde bir mühür, kaybedersen vayhaline. Bir çek defteri ve çek kullanabilmek için gerekli bir ikinci hüviyet ile, aksesuar tamamlandı.

Teoman ağabeyin dediğine göre; çekin üzerine, istediğim meblağı yazabilirmişim ve mal müdürlüğü, bu meblağı hemen ödermiş. Amaç, Anadolu’nun orasına burasına teftişe gitmiş müfettişi parasız bırakmayıp, kurda-kuşa yem olmaktan korumak. “Ama” dedi Başkan “Maaşından fazla parayı hiç çekmesen ve hep devletten alacaklı olsan daha iyi.” Ufak da olsa, devlet, her ay bize borçlu kalırdı. Müfettişler, murakıplar, kontrölörler, yani tüm üst düzey denetçiler, denetledikleri yerlerde, çay-kahve bile içmek istemezlerdi.

İlk turnemi doğum yerim İzmir’e yaptım. İlk işim de Osmanlı Bankası’nın kambiyo işlemlerini denetlemek. Türk Parası Kıymetini Koruma Hakkındaki 1567 sayılı Kanun’dan güç almaktayım ki “breh breh”. Cebinizde 1 Dolar yakalarsam içeri girersiniz. “Döviz ziyanına sebebiyet vermek” cinayet gibi bir suç…

O günlerde, bankaların kambiyo servislerinde Türkler pek çalışmazdı. O işi daha çok, Levantenler, Rumlar ve Yahudiler yapardı. Sanırım şube müdürü de bir Levanten idi ve odasına girdiğimde bir süre ayakta bekletip, yüzüme bile bakmadı. Yirmibir yaşımın ve vasat giyimimin etkisiyle olsa gerek, kim olduğumu öğrendiğinde ise, kafası tavana vuracak diye korktum. Bir aylık denetim sonunda neler bulduğumu açıklamama, Bankalar Kanunu engel. Ama bir müfettiş, denetim yapsın da eleştirecek bir şey bulamasın, mümkünü yoktur. Nasıl rapor yazacak o zaman?

Unutmadan söyleyeyim; Bir tren restoranında yaşantımın ilk yemeğini o yolculukta, mototrenle, Ankara’dan İzmir’e gelirken yemiştim. Çünkü devlet denetim görevlilerine, normal bir memurunkinden iki kattan fazla para veriyordu ve benim de artık cebimde, yeterli param vardı.

Seni gidi eski devlet seni: Sen, iyi yetişmiş ve bunu da özel bir sınavı kazanarak kanıtlamış bir çocuğu alıp, daha yirmi bir yaşında önemli yetki ve görevler verirsen, cebine insanca yaşamaya yetecek parayı koyarsan, üç yıl boyunca “muavin” olarak eğitip sınarsan, ondan sonra müfettiş daha da sonra yüksek bürokrat yaparsan, satılık kamu görevlisi zor bulursun…

Benim ilk memuriyet günlerimde, bürokrasinin, özellikle de Maliye ile bünyesindeki Hazinenin tepelerinde, Memduh Aytür, Zeyyat Baykara, (Kara) Ziya Müezzinoğlu gibi dev adamlar vardı. Başbakan İsmet Paşa’nın önünde Bakan fırçalayanı, Zeyyat Baykara mıydı? Onların, bir altlarındaki kişiler bile odalarına, korkarak girerlerdi. Devlet işinde yanlışı bağışlamazlardı çünkü.

Adeta zorlukla açılabilen büyük, ağır tahta kapıların arkasındaki yüksek tavanlı, antika eşyalarla dolu görkemli odalarda otururlardı. Maliye’nin, makam katındaki, loş tenha koridorlarda, aşınmış ama tertemiz değerli halıların üstünde sessizce yürüyerek ulaşırdınız sekreterlerinin yanına.

Aslında, ne kadar sevecen insanlar olduklarını sonradan gördüm…

Onların bir alt kademesinde, çok etkin insanlar olarak, Erhan Bener ve Kemal Karal’ı hatırlıyorum. 1567 sayılı Kanun’a dayalı olarak zaman zaman kararname, sık sık tebliğ yazarlardı. Aslında, Kanun yazarlardı çünkü; 1567 bir çerçeve Kanun olup, bürokratların Kanun yazmasına engel değildi. Ben bile, birkaç tebliğ maddesi yazmışımdır. Özellikle de dış ticaret rejiminde ithalat teminatları ile ilgili olarak.

Yine de o günlerde, yurda oto ithali, ancak, bedelsiz ithalat yoluyla mümkündü ve permi adı verilen ithal izinleri, büyük paralar karşılığı, alınıp satılırdı. Biz, üç-dört kontrolör, fiyatlarının yirmibin lira olduğu günlerde satın alınıp, bedeli ödenmiş, yaklaşık ikibin permiyi iptal etmiştik. Permiyi alanlar arasında, çok önemli isimler de varmış. Onların paraları da yandı. Ama sağa sola sürgün etmek bir yana bize sitem eden bile olmadı. Ocak-bucak başkanlarının, kaymakam atayıp at-tırdıkları dönem, bizden önceymiş.

1962-1974 döneminde, hep Maliye’de çalıştım ve politik baskıyı hiç yaşamadım. Bazen, döviz kaçakçılarını fezleke ile doğrudan Savcılıklara sevkeder, Bakanlığa sonradan bilgi verirdik. Teşfiş ve müfettiş, önemli ve etkiliydi. Tüm bürokrasi öyleydi aslında. Ben, Sakıp Sabancı’nın, bakan odasında oturup, sağa-sola emirler yağdırılmasını sağlamak yerine, evrak şube müdürünün odasına kadar, yazı takip ettiğini biliyorum. Evrak memurunun, dosya dolabı arkasına atıvereceği bir yazıyı, hiç bir bakanın bulamayacağını öğrenmişti kuşkusuz.

1970’li yıllar, politikanın, bütün haşmetiyle, bürokrasinin içine girdiği yıllar olmuştur. Ben dahil bürokratlar, partilerle gelip, onlarla gider oldular. Asker bürokrasiyi, Dışişleri Bakanlığı’nı ve bir ölçüde de Maliye’yi, bunun dışında tutmak gerekir tabii. Üst düzey teftiş de kendini korumayı başarabilirdi sayılır yine de.

1970-80 dönemi yaraları henüz taze. Kimilerinde acıları sürüyor. Ben de taraflı olurum korkusu ile bu konuda yorum yapmayı sonraki yıllara bırakmak istiyorum.

1980 sonrası, daha da taze olduğu halde, bu dönemde özellikle teftiş kurumlarına, yazık edilmiş olduğunu belirtmeden geçemiyorum: “Ülke’nin en iyi çocuklarının müfettiş olduğu” tesbiti, doğrudur. “Bunların teftiş kurumları yerine, icrada çalıştırılması gerektiği” savı ise tümüyle yanlış. Teftiş kurulları hiç bir zaman, teftiş organlarından ibaret olmamışlardır. Onlar, belki de daha çok, iyi çocuklarımızı hem bilgi, hem de ahlak yönünden daha iyi çocuklar olarak yetiştirip, ülke yönetimini, onlara emanet etmeyi amaçlayan, üstün okullardır. Çevremde, değişik kurullardan, pek çok değerli müfettiş var. Morallerinin iyi olduğunu söyleyemem. Önemli görev verilmediğini, etkinliklerinin kalmadığını düşünüyorlar. Gerçekten, benim çocuk olduğum çağlarda müfettiş için turne, kutsal bir görevdi. Bir gün kaytarmak bile hoş karşılanmazdı. Muavinler dört, baş müfettişler iki ay, tüm Anadolu’yu gezer ve denetlerdi. Denetlenecek fazla birşey olmasa da devletin soluğunu götürür, kendileri de anayurdu, baştan başa tanır ve severlerdi.

Devletimizin, ithal bürokratlara, hiçbir zaman gereksinimi olmamıştı. Tersine, özel sektörün kuruluşundan bugünkü dev boyutlara ulaşmasına kadar, her aşamasında, devlette yetişmiş insanların, bilgisi ve alınteri vardır. Özel sektörün kendi yetiştirdiği kadroların hocaları da onlardır.

Osmanlı, üç büyük okul kurdu; Harbiye, Tıbbiye ve Mülkiye. Harbiye ve Tıbbiye’nin fazlasıyla yerine getirdikleri işlevleri malum. Mülkiye’nin ise devlet adamı yetiştirmek. Gerektiği kadar hukuk, gerektiği kadar iktisat ve devlet yönetimi hakkında bilgi. Sadece para teorilerini bilmek, iktisat bilmek anlamına gelmiyor.

Son söz olarak, Memurin Muhakematı hakkında Kanun için birşeyler söylemek istiyorum. Elbette çok eskidi ve tüm eskimişler gibi yenilenmeli. Ama bu Kanun, “memur dokunulmazlığı” kanunu değildir. Tam tersine, memur sıfatıyla suç işleyenlerin cezalarını memur olamayanlara göre çok arttırıp, suç işlemekten alıkoymayı amaçlayan bir Kanun’dur.

Memur, bürokrasiyi yaratır ve halkı ezer… Memur, bir fare gibi bütçeyi kemirip durur… Yine de işini bilir memur… Bağışla edinilmiş ve eski püskü de olsa, odasında tv ve video vardır… Memur makam arabası, servis aracı kullanır. Dokunulmazlığı bilem vardır…

Memur, belki dediğiniz gibidir ama, Devlet’imizi ayakta tutandır memur…

Durum, Ocak 1998

Levanten Madam

Eski İzmir’i düşleyince, şimdi sayıları çok azalmış olan Yahudileri, Rumları ve Levanten’leri anımsamamak olmaz.

Pasaport İskelesi’nde, Yahudiler’in gemiler dolusu İsrail’e göç edişlerini seyretmiştim.

Arada bir kiliseleri, havraları taşladığımız, çok korkak oldukları yanlış inancıyla kendimizden iri Yahudi çocuklarına sataştığımız da olurdu, ama onları yine de severdik.

Sokaklarda Rumca şarkılar duyulur, Rum meyhanelerinde oniki çeşit meze ile rakı içilirdi…

Türkiye’nin Batı’ya açılan penceresi “Gavur İzmir”in süsüydüler.

Özlüyorum onları, özellikle çoktan ölmüş özel birini; Levanten Madam’ı!..

1964 yılında, Maliye Bakanlığı’nm görevlisi olarak İzmir’e turneye gelmiştim. Evim o zamanlar İstanbul’daydı.
Benden önce İzmir’e gelmiş daha kıdemli arkadaşlarımın önerisi ile Karşıyaka’da bir pansiyona yerleştim. Evinin bir odasını kendisi kullanıp diğerini pansiyon olarak kiralayan yaşlı bir Levanten Madam’m yanma…

Madam’m en büyük tutkusu bezik oynamaktı.

Bu yüzden bezik bilmeyeni evine kiracı almazdı. Kendimi tanıttığım sırada bana da ilk sorduğu, bezik oynamayı bilip bilmediğim olmuştu.

Her cumartesi öğleden sonra eve bezik oynamak için kimi Türk, kimi Levanten veya Rum, yaşlı kadınlar gelirdi. Madam’ın kiracısı, bu oyunlara katılmak zorundaydı. Madam’ın pişirdiği nefis boğaçaları, kekleri yiyerek o yaşlı kadınlarla saatlerce bezik oynardım.

Eve erken geldiğim akşamlar Madam, elinde kağıtlar-marközler, hemen karşıma dikilirdi.

Eğer üç-dört gün oynamamışsak, gece açık hava sinemasından döndüğünde, bezik oynamak için beni uyandırdığı bile olurdu…
Yazlık sinemaya bazen birlikte giderdik.

Yolda haşlanmış mısır alır, sinemada gazoz içerdik.

Sabahları bana kahvaltı hazırlardı. Gevreği enine keser, üstüne tereyağ sürdükten sonra, kendi yaptığı kuru üzüm reçellerini tek tek ve büyük özenler sıralardı.

Evden çıkarken bıraktığım kirli çamaşırlarımı akşamları yıkanmış ve ütülenmiş olarak yatağımın üstünde bulurdum.
Değişik zamanlarda üç kez Madam’m kiracısı oldum.

Adını hiç sormadım. Sadece Madam derdim…

Daha sonra öldüğünü duydum. Çok üzüldüm…

Ama İzmir’in Levantenlerini ve de özellikle Madam’ı hiç unutamadım.

Cumhuriyet, 23 Aralık 1989;
Gazete Ege, 23 Haziran 1997

Enflasyon Bağımlısı Olduk

Türkiye’de enflasyon stardı, kuşku yok ki “her mahallede bir milyoner yaratmak” sloganı ile verilmiştir. Amaç, en azından her mahallede, yerli bir kapitalist yaratıp, ekonomik kalkınmayı onlar eliyle başarmaktı.

Olmayan sermaye birikimini gerçekleştirmek ve ekonomiye canlılık kazandırmak için, ılımlı bir enflasyon, ekonomik politika aracı olarak kabul edilebilir. Tek bir milyoner yaratabilmek için, o mahalledeki diğer tüm insanların az veya çok yoksullaşmasını göze almak koşuluyla elbette.

Enflasyonun, dar ve sabit gelirli insanların cebinden tırtıkladığı satın alma gücü, buharlaşıp yok olmaz. Sayıları azalırken, servetleri büyüyen, başka insanların cebine gider. “Her mahallede bir milyoner yaratalım” derken bir de bakmışız ki; “Her apatmanda, daire sahibi sayısı kadar milyarder” yaratmışsınız. Bugün Türkiye’nin büyük kentlerinde, değeri iki-üç milyardan aşağı apartman dairesi yok gibi. Yani artık, pek çok milyarderimiz var, ama aylık su, elektrik ve telefon giderlerini ödemekte zorlanan, garip milyarderler…

Aslında bütün dünyada fiyatlar, 1930 bunalımı gibi istisnalar dışında hep yükselme eğilimindedir. Bu artışın; enflasyon sayılabilmesi için, hızlı ve devamlı olması gerekir. Tek başına yüksek fiyat düzeyi, enflasyon sayılmaz. Fert başına milli gelirin yüksek olduğu gelişmiş ekonomilerde, fiyatlar da yüksektir ama enflasyon yoktur.

Enflasyonun çok önemli bir özelliği, kanser gibi, kendi kendini beslemesidir. Ücret fiyat çekişmesi, bir de başladı mı, durdurmak çok zordur. Ücret artışı taleplerini bastırarak, söz konusu çekişmeyi bitirmek amacıyla yapılan faşist darbeler bile, bu işi uzun süre başaramamıştır. Kaldı ki; ücret artışlarının, enflasyon artış oranlarının çok gerisinde kaldığı durumlarda da enflasyon ortadan kalkmamaktadır. Tam tersine, özellikle de işletmelerin çok düşük kapasite ile çalıştığı dönemlerde, ücret iyileştirmeleri talep artışı yaratarak; kapasite kullanım oranını yani arzı çoğaltmakta ve fiyatları geriletebilmektedir.

Bence bizim enflasyonumuz bugün; talep değil, maliyet enflasyonudur. Devamlı artan yüksek fiyatlara rağmen, sanayimizin düşük kapasite kullanım oranları, bu görüş için yeterli bir kanıttır. Enflasyonumuzu, artan döviz kurları, yüksek faizler ve de KİT zamları beslemektedir.

Böyle bir enflasyonun çözüm yolları da bellidir ve bunu herkes bilmektedir. O halde, niçin yıllardır bocalıyoruz?

Çünkü biz, toplumca, enflasyon bağımlısı “enflasyonkolik” olduk da ondan.

Bir “enflasyon lobisi”nden söz etmekteyiz. Elbette vardır. Zaten, enflasyon, onlar yaratılsın diye icat edilmedi mi? Ama galiba hepimiz, kıyısından köşesinden, o lobiye dahil olduk. Aylık küçük bir ek gelir için, vadeli mevduat hesabına, birkaç milyon yatırmış memurumuz küçük esnafımız, faizler birden bire yüzde dörtlere iniverse, fena halde bozulmaz mı? Ya cebimizdeki bir-kaç yüz markın, doların fiyatı, devamlı artacak yerde, birden düşüverse?

“El çek ilacımdan tabib” biz enflasyomuzdan memnunuz…

Gazete Ege, 12 Ocak 1998