Skip to main content

Yeni Bir Bahar

Her yıl bu günlerde; “İzmir’ime bahar geldi” diye yazmışım, bu sütunlarda… Bu yıl da yine bahar geldi, çabuk da geldi.

Mart ayı, kapıdan baktırmayıp-kazma kürek yaktırmayıp geçti gitti.

Çok da iyi ediyor, sobada yakılacak olan, kazma-kürek değil çünkü; gazyağı. Evini ısıtırken, cebini yakıyor.

Havaların erken ısınması, Körfez’in ateşinden mi acaba?

Eğer neden buysa, karanlık ve soğuk bir yaz dönemi de gelebilir ardından. Petrol kuyuları, duman üretmeyi sürdürüyor…

Mustafa Kemal Sahil Bulvarı’na çıkıyorum yine: Acaba, bir yılda değişen bir şey var mı?

Ağaçlar, biraz daha boy atmış. Yeşillik çoğalmış gibi bu yüzden.

Göztepe; gri beton duvarda, yeşil bir pencere yine. Bulvarı süsleyen lambaların bazıları kırılmış. Çocukların işi olmalı…

Ortak malımız olanı, hepimizin olanı, güzel ve yararlı olanı, korumayı öğretemiyoruz galiba.

Levent Anıtı’nm çevresindeki, oturmalıklarm bir kısmı da parçalanmış. Oysa betondan yapılmalar.

İnciraltı’na doğru yürüyeyim diyorum, yol diye birşey kalmamış. Her yerde moloz yığını…

Flamingolara şaşıyorum. Moloz yığınları, umurlarında değil, yine gelmişler…

İyi ki gelmişler. O kadarcık güzellik de mutlu ediyor insanı.

“Bulvar” yapılana dek, denize çıkan, pek az geçit vardı yalıda.

İç kesimlerde oturanlar, denize hasretti.

Ya Karşıyaka yalısına gidilirdi ya da Kordon boyuna Alsancak’a denizi görmek için, deniz doldurulup, bulvar yapılınca soluk aldılar.

Her yaz, akın akın deniz kıyısına gidiyorlar.

Kestaneciler, patlamış mısır satan, gazoz satanlar, bir alem cümbüş.

Özellikle Güzelyalı kesimi, ana-baba günü oluyor, sıcak yaz gecelerinde.

Kuşkusuz bu yaz, daha da kalabalık olacak, Mustafa Kemal Sahil Bulvarı.

Nüfusumuz hızla artıyor. Güneydoğu Anadolu’dan gelenler de var, savaş nedeniyle.

Ancak, Mustafa Kemal Sahil Bulvarı’nda; ne çay bahçesi var, ne de oturacak kanepe…

Deniz görmek için, sahile koşanlar denize sırtlarını dönmek zorundalar, yorulup oturduklarında.

Kanepeler konulmalı Bulvar boyunca; bir kaç da portatif büfe.

Denize koşanlar, bu yaz, denizi oturarak da görebilsin diye…

Şimdi tam zamanıdır.

Cumhuriyet, 1 Nisan 1991

Çocukluğumun Alsancak’ı

Alsancak’ta doğmuşum. Yürümeyi ve konuşmayı Alsancak’ta öğrendim. Yüzmeyi, balık tutmayı öğrendiğim yer de orasıdır.

1940’lı yıllarda, özellikle Fransız Hastanesi ve Kahramanlar yöresinde, İzmir’in kurtuluş gününden kalma pek çok yangın yeri vardı. Hazine bulacağımız umuduyla kazılar yapar, bazen gerçekten de kristal avize parçaları da bulurduk.

Buğday silosundaki büyük yangını ve bazı tütün depolarının yanışını seyrettim.

Bu yüzden olsa gerek, Alsancak bugün bile bende yangın çağrışımı yapıyor.

Benim çocukluğumda Alsancak sokakları, evlerin içi, hep tütün kokardı. Akşamüstleri, tütün depolarının arasında pazar kurulurdu. Başları yemenili, tütün kokan kızlar, kadınlar alış-veriş yapardı.

Sanırım mahallemizdeki radyo sayısı iki-üçten fazla değildi. Zeki Müren’in ilk radyo programını komşumuzun radyosundan dinlediğimizi anımsıyorum.

O günlerde, sobalı ev gördüğümü sanmıyorum. Hava kararmaya başladı mı, sokaklarda mangallar yakılmaya başlardı. Mangal kömürünün çıtırdayarak yanışı ve havada kıvılcımların, ateş böcekleri gibi uçuşması dün gibi gözümün önünde…

İşlemeli, antika konsolun üstündeki gaz lambası ışığında, Hazreti Ali Cenkleri’ni okur, mangalın külüne gömdüğüm patatesin pişmesini beklerdim.

Yaz gecelerinde, mahallemizin belalısı Çingene Ali’nin uydurduğu Cingöz Recai hikalerini dinler, ardından yalınayak koşturmaca veya saklambaç oynardık. Bütün sokaklar parke taşıyla kaplıydı ve yağmurda ortalığı sel götürmezdi.

Oynadığımız her oyunun bir mevsimi vardı. Hangi oyunun mevsimi ise ancak o oyun oynanırdı. Çelik-çomak mevsimi, bilye mevsimi, gazoz kapağı ve sigara kapağı mevsimi…

Şimdi İzmir’in sokaklarında çelik-çomak oynandığını, gazoz kapağı oynandığını hiç görmüyorum. Güzelim çocuk oyunları da tıpkı erik ağaçları, akasyalar gibi, İzmir’in sokaklarını terketti gitti.

Şimdi Körfez’in en ölü yeri Melez çayı ağzı…

Çocukluğumda Melez ağzındaki sazların arasında oynar, denizin dibindeki balıkları izlerdik.

Yüzmeyi, Alsancak limanı ile Melez çayı arasındaki sahilde öğrendim. Oraya bir de isim takmıştık: Küçük Deniz!..

Küçük Deniz’in suları masmavi, dibindeki kum pırıl pırıldı. Yunus balıkları bazen yakınımıza kadar sokulurdu.

Altay Lokali civarında balık avlardık. El kadar lidakiler, ondan biraz küçük isparozlar akın akın gelirdi…

Palmiye yapraklarını ip gibi yırtar, on-onbeş isparoz ve lidakiyi solungaçlarından bu ipe taktıktan sonra sallaya sallaya eve götürürdük.

Alsancak Karakolu karşısındaki tenis kortundan futbol arkadaşım “Balıkçı Osman’ın” babası bizi sandalına aldı mı, avımız hem daha iri, hem de bereketli olurdu…

Düşünüyorum da, bir insan ömründen daha kısa bir sürede, güzel İzmir’i nasıl bu hale getirdik, koca bir Körfez’i nasıl öldürdük, inanamıyorum.

Cumhuriyet, 9 Aralık 1989;
Gazete Ege, 5 Mayıs 1997

Kıyamet

Ben, şimdilik elli beş yaşındayım. Elli altı, bir kaç ay sonra… İnsanlığın yaş ortalaması, hızla artıyor. Bu hesapça elli beş yıl, kısa sayılabilir ve ben bu kısa yaşam sürem içinde, derelerin kuruduğunu, ormanların kaybolduğunu, güzelim körfezlerin yok olduğunu gördüm. Özellikle üzüldüklerim, İzmit Körfezi’dir, İzmir Körfezi’dir. İzmit Körfezi belki daha güzeldi ama ben, İzmir’dekini ondan bile çok severdim. Denize birkaç yüz metre uzaklıkta, orada doğmuşum çünkü…

Anadolu’da, şöyle bir dolaşın ana yolların dışında, artık ne çok akmayan çeşme var. Bozkırın ortasında, küçük dereler görmüşümdür. Kenarlarındaki salkım söğütlerin yaprakları suya değer. Bazen düşümde görürüm onları, acaba ne kadarı yaşıyor?

“Ağlama salkım söğüt ağlama”

İnsan, evrendeki bilinen tek akıllı canlı. Akıllı gibi olanları da var: Kedi, köpek, maymun gibi. Ama onlar sadece, akıllı gibi, akıllı değil. Olsalar, onlar da doğa kıyımına katılırlardı. Düşünüyorum da; akıllı olmak, doğayı yok etmek demek galiba. Çünkü, insandan başka, yaşadığı ortama zarar veren can-lı türü yok…

Aslında insan, kendi türünün gelişip çoğalması için de çok şey yapıyor. Hatta yok etme noktasına getirdiği canlı türlerini bile, seralarda hayvanat bahçelerinde, korumaya alıyor. Yiyip içebildiklerini ise, alabildiğine çoğaltıyor. Sığır sayısı, meyva bahçeleri, tarımsal üretim, büyüyüp duruyor. Ama bu işler için kullandığı teknoloji bile ilk önce kendi türünü öldürmek amacıyla geliştirilmiştir. Teknoloji ilkin savaş amacıyla geliştiriliyor, sonra tıpta kullanılıyor…

Bir garip insanoğlu, yağmur ormanlarını yok ederken, kentlerde, parklar-bahçeler kuruyor. Yanan orman bölgelerinde, ağaçlandırmaya büyük paralar harcayarak, yeşili çoğaltıyor. İnsan eliyle oluşturulan ormanlar, orman değil oysa, onlar birer koru. Dikkat ediniz, sonradan oluşturulmuş ormanlarda bir şeyler eksiktir. Şırıl şırıl akan pınarlar oluşmamaktadır örneğin. Toprak yüzeyinde, bitki örtüsü yok gibidir.

Sözün kısası insan, doğa için çok zararlı. Ama ben diyorum ki; insanın gücü, doğayı yok etmeye yetmez. Hiç kuşkunuz olmasın ki doğa, artık sabrı tükendiğinde, yok olmak yerine, insan türünü silecektir mavi bilyeden. Tıpkı, dinazorlar gibi.

Mavi gezegen sonra, ağır ağır ama mutlaka, belki bin, belki yüz bin yılda kendisini toplayacak, yemyeşil ormanlarına, tertemiz denizlerine, yeniden kavuşacaktır.

Yeniden insan oluşumuna da izin verir mi, onu bilemem…

Gazete Ege, 11 Kasım 1996