Skip to main content

Defne

Adını ben koydum: Defne… Ateş gözlü, güleç yüzlü, güzel yeğenim benim. Ilıca’nın deniz kızı o…

Henüz on yaşında ama şiir bile yazıyor:
“Günaydın demeden başladı gün,
Bir de bakmışsın, bayram gelmiş.”

Bin dokuz yüz seksenlerin bir yarısında, geçimimi, ticaretten kazanmak zorunda bırakılmıştım. Malum mesele: 1402. Mehmet Özavcı ile birlikte Muğla’da kurduğumuz şirketin ünvanı da Defne.

Yani ben defneyi çok seviyorum. Tıpkı; zeytini, inciri ve üzümü sevdiğim gibi. Çünkü onlar, Ege’nin, Akdeniz’in simgesi ve ben, Ege’yi çok seviyorum. Bir Akdenizliyim ben. Efes ve Bergama uygarlıkları bizim. Güzel Helen’i biz kaçırdık Atina’dan, Truva bizim. Benim çocukluğumda, İzmir’den Aydın’a kadar her yer incir bahçeleri ile kaplıydı. Annem yerlere kadar uzun beyaz sakallı evliyayı, bir yaz gecesi, Söke’de bir incir ağacı altında yatarken görmüş.

İncir bahçeleri yerlerini, pamuk tarlalarına bırakmış. Pamuk daha çok para getiriyor diye. Pamuk tarlalarına da Virginia tütünü ekilirse hiç şaşırmayacağım. Pamukçu da zorda şimdi.

Sultaniyeyi, yaş üzüm ihracatı kurtardı. Hormon sayesinde tabii. Aslında üzüm şanslı. Asma arsız bir bitki. Çabuk büyüyor. Ne demiş zaten: “Bana sarılacak yer gösterin, Ay’a uzanayım.”

En geç büyüyeni, zeytin ağacı, verim için elli yıl gerekiyor. Ama en uzun yaşayanabileni de o. Bin yıl yaşayabilir, bırakırsanız. Bırakmıyoruz ki yaşasın: Kökleyip kökleyip, çirkin villaları konduruyoruz yerlerine. Acaba, kutulu zeytin yağı satabilseydik yurt dışına, böylesine kolay yok edilirler miydi?

Defne; hüdai nabit, kendiliğinden yetişiyor yani. Ya makilik alanlarda yetişiyor ya da güzelim kızıl çamlarla, kara çamlarla birlikte. Bakım falan da istemiyor. Ama yine de çok değerli. Değerli olmasa, Roma imparatorlarının başını süsler miydi, taç niyetine.

Kimya ve ilaç sanayiinde kullanılıyor. Ben ise, balık pişirmede kullanıyorum. Kefal pilaki, defne olmaksızın, pişirilemez… Izgara, “kömür ızgara tabii”, yaparken çipuranın karnına bir kaç yaprak defne koymayı bir deneyin. Parmaklarınızı yersiniz… Yazlık siteler, defneyi de katlediyor ama, esas katili orman yangınlarıdır. Her yıl, binlerce çam ağacı yanında, defne de yanıp gidiyor. Egeli ozan, Egeli romancı çoktur da Ege’nin ozanı, romancısı pek yoktur. Umarım Defnem, büyüyünce ne iş yaparsa yapsın, şiir yazmayı sürdürür.

Umarım Defne, incirin, üzümün, zeytin ağacının ve defnenin şiirini yazar. Ege’nin şairi olur yani. İşte bu yüzden adını Defne koydum.

Gazete Ege, 21 Ekim 1996

Fatura

Elektrik, su ve Telekom faturalarının ödeme zamanı yaklaştıkça, içimi korku sarıyor. Hepsi de yüksek mi yüksek. Her yeni gelen, bir öncekinden de mutlaka yüksek.

Ancak, bizi ailece en çok korkutanı, elektriğinki. En yüksek fatura olmasından öte, bir de upuzun kuyrukta sıra beklemesi de var ödeyebilmek için. Diğerleri çoktan on-line’a geçti ama, TEDAŞ’ınki ille de belirli bir banka şubesine ödenecek. Aileden kimin kuyruğa gireceğini belirlemek için, aramızda kura bile çektiğimiz oluyor. Oğlumu, rüşvet teklifi bile iknaya yetmiyor. Üstelik kuyrukta beklemekten kötüsü de var. Bir-birbuçuk saatlik bekleme sonunda vezneye ulaştığınızda, “Efendim, sizin faturanız gelmemiş henüz” yanıtı almanız da “vaka-i adiyeden.” İş günü olarak hesaplarsanız, ödeme için tanınan süre, beş-altı günü geçmiyor. “Şeytan azapta gerek”, haydi ertesi gün yine kuyruğa…

Acaba ben mi yanlış anımsıyorum? Bir zamanlar, elektriksu ve de o devirlerde Alsancak civarında kullanılan havagazı ücretleri, kapıdan tahsil edilmez miydi?

İZSU ise, kullanılmayan su için, atık su parası alıyor. Kayınpederimin evi üç yıldır kapalı ve su tüketimi hiç yok. İZSU faturaları kanıttır. Ancak her ay yüz on bin liralık atık su parası alıyorlar. Eğer İzmir yeşerecekse, ağaç paralarına helal olsun…

Kablolu TV faturaları ise bir başka alem. Yalan olmasın, abone olduğumda yüz bin lira mı neydi. Şimdilerde aylık 600 bin lira. Galiba, Ekim ayı faturası 3 milyon gelecekmiş. Üstelik, kanalları, canları istedikçe, istedikleri gibi değiştiriyorlar. Abone olurken, ucuzluğu kadar, güvenli oluşunu da göz önünde bulundurmuştum. Yağıştan, fırtınadan etkilenmez di-ye. Ne gezer; ikide bir kesiliyor. Hem de ne keşiliş. İki gün süreni bile oldu. Ucuz antenler, pırıl pırıl gösterirken biz, oğlum gelsin de eski antene göre ayar yapsın diye bekliyoruz. 126’dan da bilgi alabilirsen, al bakalım. 118, 126’dan da beter oldu. Ne zaman çevirseniz, meşgul. Arada bir aradığında da açanı yok. Telekom, uzun süre, rehber yerine 118 ile idare etti durumu. Ama, ikisi aynı şey değil. Rehber olmazsa, telefonsuz bir ortamda aradığınız numarayı nasıl öğreneceksiniz? Numara değil de adres peşindeyseniz ne olacak? Ben şanslıyım: İki gün önce yeni rehberimi alabildim. Alamamış olsaydım, bu yazıda “Ne oldu bizim paralar, üstüne mi yattınız?” diye soracaktım. Büyük çoğunluk, rehberini alamadı henüz.

Sahi, 1980’lerdeki büyük tele-komünikasyon devrimimizden önce bile PTT, her yıl düzenli olarak rehber bastırıp, dağıtmaz mıydı? PTT’nin T’si ayrıldığında, önce mektuplar yerine ulaşamaz olmuştu. Sebebi, ayrımcılığa ve eşitsizliğe karşı direnişte sanırım. Anlayışla karşıladık. Peki ya TELEKOM’a ne oluyor?

Ben, yine de en çok emeklilerin maaş kuyruğuna kızıyorum. Böyle giderse, ben de bir gün, “o kuyrukların birinde, düşüp ölebilirim” diye, düşünüyorum bazen.

Emekli maaşı kuyruklarının çözümü için, on-line sisteminin etkin kullanımı bile yetmez bence.

Emeklilerin maaşı, nakten, evlerinin kapısında ödenmeli…

Gazete Ege, 18 Ağustos 1997

Batıl’dan Emsal Olmaz

Şimdi artık, imbat rüzgarı sokak aralarında dolaşmıyor… Şimdi artık; İzmir’in sokakları deniz kokmuyor, yosun kokmuyor…”

Çünkü bütün sahili, boydan boya apartman duvarı ile ördük.

O güzelim sakız biçimi evleri yıktık. Karşıyaka’nın, palmiyelerle hurma ağaçları ile örtülü bahçelerini yok ettik.

“Onların yerlerinde şimdi, Çin Seddi’nden farksız, bir apartman duvarı yükseliyor..” diye yazmışım, 17 Aralık 1989 günü yayınlanan bir yazımda.

Bu yazımda, kişi olarak kimseyi suçlamamıştım elbette. O tarihlerde, çevre bilinci uyanmıştı bile. Gelişmiş batı, balinaları fokları katlederken, biz de bir körfezi öldürmekteydik.

Deniz pislik tutmaz sanır, yavaş yavaş çoğalmaya başlayan lağım atıkları arasında, yüzmeyi sürdürüdük.

Bir de müthiş birşeyi keşfetmiştik, hayretle. Bu keşfettiğimiz ranttı, özellikle arsa rantı ilk olarak. Yalı’da bile oturuyor olsan, sakız biçimi bir evin içinde, çoğunlukla mütevazi bir yaşam sürerken, bir de bakmışsın, köşeyi dönmüşsün. Tek bir ev yerine, dört beş daire…

Yahya duvar örmekte olduğumuz yıllarda, benim çocukluğumda yani, apartmanda yaşamak, ayrıcalık sayılırdı. Ben de büyüyünce bir apatman sahibi olmayı düşlemiştim doğallıkla:

Giriş kapısı siyah mermerden, antre zemini halı, duvarları ayna kaplı. İstanbul’a gidişlerimden birinde, benzerini görmüştüm herhalde…

Yakın zamanlara kadar sürdü, apartmanda yaşamak tutkusu. Avare Mustafa filmini hatırlayın: gecekondu yaşamı ile apatman yaşamı arasındaki çelişki değil miydi filmde yaşanan?

Şimdilerde artık; yoksulların yaşam biçimi olmaya başladı, apartman yaşamı. Parası olan, yüzme havuzlu villasına kaçıyor son doğanın koynuna. Restore edilmiş, eski yapılarda yaşamak da revaçta. İşte ben bu modayı pek tutuyorum…

“Çin Şeddi” benzetmesi, çokça kullanılıyor İzmir’de… Sağlıksız kentleşmeyi, çirkin yapılaşmayı, doğaya ve insana ihaneti tanımlamak için kullanılıyor. Belki, Çin Seddi’ne haksızlık ediyoruz ama, bu müthiş anıt bile, sadece yerinde güzel…

İzmir’in içinde güzelim sahillerimizde istemiyoruz yani.

Oysa ki; Çin Şeddi deyimi, “batılı emsal” olsun diye kullananlar da çıkmıyor değil zaman zaman. “Madem ki daha önce yapılmış, bir de ben yapsam ne çıkar” mantığı ile…

Kimileri ise; Çin Şeddi deyimini kullanmıyor, ama mantık aynı. Daha önce, tarım arazisine bir fabrika kurulmuş ya, aradan uzun yıllar geçmiş bile olsa, onu emsal gösterip, yanı başındaki pamuk tarlasına bir tane de o kuracak.

Tarım arazilerinin korunması, Anayasa’nm emir hükmüymüş ne gam, nasıl olsa yanıbaşmda kötü örnek hazır.

Çoğu kez, hukuku iyi bellemesi gerekenler bile, bu tuzağa düşüyor. Böyle yükseliyor, imar planlarına aykırı çok katlı binalar… Böyle yok oluyor, tarım arazileri.

Aynı mantıkla izin verseniz, birbirlerini örnek göstere göstere, Torbalı’dan Karabağlar’a dayanacak, mermer atelyeleri-fabrikalar…

“Batıldan Emsal Olmaz”

Kötü örnek, örnek değildir yani…

Eminim, hukukla ilgili herkes bilir bunu. Çünkü; bir temel ilkedir hukukta. Eminim bilirler, unutmuşlardır olsa olsa.

Alsancak Yahsı’na, Karşıyaka’ya, Güzelyalı’ya, Çin Şeddi kurarken büyüklerimiz mazeretleri vardı; çevre bilinci, uyanmamıştı henüz. “Sağlıklı kentleşme” falan da konuşulmazdı.

Bizimse mazeretimiz yoktur. Biz yaşayarak öğrendik, sağlıksız kentlerin doğaya neler ettiğini. Körfezler nasıl ölür, nasıl tükenir canlı türleri, gördük.

Bizim mazeretimiz yoktur artık, yine de yaparsak, Taamüden olur…

Yeni Asır, 8 Mayıs 1995