Skip to main content

Enflasyon Bağımlısı Olduk

Türkiye’de enflasyon stardı, kuşku yok ki “her mahallede bir milyoner yaratmak” sloganı ile verilmiştir. Amaç, en azından her mahallede, yerli bir kapitalist yaratıp, ekonomik kalkınmayı onlar eliyle başarmaktı.

Olmayan sermaye birikimini gerçekleştirmek ve ekonomiye canlılık kazandırmak için, ılımlı bir enflasyon, ekonomik politika aracı olarak kabul edilebilir. Tek bir milyoner yaratabilmek için, o mahalledeki diğer tüm insanların az veya çok yoksullaşmasını göze almak koşuluyla elbette.

Enflasyonun, dar ve sabit gelirli insanların cebinden tırtıkladığı satın alma gücü, buharlaşıp yok olmaz. Sayıları azalırken, servetleri büyüyen, başka insanların cebine gider. “Her mahallede bir milyoner yaratalım” derken bir de bakmışız ki; “Her apatmanda, daire sahibi sayısı kadar milyarder” yaratmışsınız. Bugün Türkiye’nin büyük kentlerinde, değeri iki-üç milyardan aşağı apartman dairesi yok gibi. Yani artık, pek çok milyarderimiz var, ama aylık su, elektrik ve telefon giderlerini ödemekte zorlanan, garip milyarderler…

Aslında bütün dünyada fiyatlar, 1930 bunalımı gibi istisnalar dışında hep yükselme eğilimindedir. Bu artışın; enflasyon sayılabilmesi için, hızlı ve devamlı olması gerekir. Tek başına yüksek fiyat düzeyi, enflasyon sayılmaz. Fert başına milli gelirin yüksek olduğu gelişmiş ekonomilerde, fiyatlar da yüksektir ama enflasyon yoktur.

Enflasyonun çok önemli bir özelliği, kanser gibi, kendi kendini beslemesidir. Ücret fiyat çekişmesi, bir de başladı mı, durdurmak çok zordur. Ücret artışı taleplerini bastırarak, söz konusu çekişmeyi bitirmek amacıyla yapılan faşist darbeler bile, bu işi uzun süre başaramamıştır. Kaldı ki; ücret artışlarının, enflasyon artış oranlarının çok gerisinde kaldığı durumlarda da enflasyon ortadan kalkmamaktadır. Tam tersine, özellikle de işletmelerin çok düşük kapasite ile çalıştığı dönemlerde, ücret iyileştirmeleri talep artışı yaratarak; kapasite kullanım oranını yani arzı çoğaltmakta ve fiyatları geriletebilmektedir.

Bence bizim enflasyonumuz bugün; talep değil, maliyet enflasyonudur. Devamlı artan yüksek fiyatlara rağmen, sanayimizin düşük kapasite kullanım oranları, bu görüş için yeterli bir kanıttır. Enflasyonumuzu, artan döviz kurları, yüksek faizler ve de KİT zamları beslemektedir.

Böyle bir enflasyonun çözüm yolları da bellidir ve bunu herkes bilmektedir. O halde, niçin yıllardır bocalıyoruz?

Çünkü biz, toplumca, enflasyon bağımlısı “enflasyonkolik” olduk da ondan.

Bir “enflasyon lobisi”nden söz etmekteyiz. Elbette vardır. Zaten, enflasyon, onlar yaratılsın diye icat edilmedi mi? Ama galiba hepimiz, kıyısından köşesinden, o lobiye dahil olduk. Aylık küçük bir ek gelir için, vadeli mevduat hesabına, birkaç milyon yatırmış memurumuz küçük esnafımız, faizler birden bire yüzde dörtlere iniverse, fena halde bozulmaz mı? Ya cebimizdeki bir-kaç yüz markın, doların fiyatı, devamlı artacak yerde, birden düşüverse?

“El çek ilacımdan tabib” biz enflasyomuzdan memnunuz…

Gazete Ege, 12 Ocak 1998

Enflasyon canavarını kim yarattı?

Osmanlı’nın kapitalisti; Yahudi, Rum, Levanten ve Ermeniydi. Müslüman’dan kapitalist olur muydu hiç?

Azınlıkların çoğu kaçınca, kapitalistsiz kaldı Cumhuriyet Türkiyesi. İşçi sınıfı zaten yoktu. Olsa, belki sosyalizm denenirdi, yoksul Anadolu’yu kalkındırmak için. Sonuçta, kapitalist yoldan kalkınmada karar kılındı, doğru ya da yanlış…

O zaman, kapitalist yaratmak gerekirdi öncelikle. Kapitalist yaratmak için, ilk denenen, devlet kapitalizmi uygulamak oldu. Fabrikaları devlet kurdu ve pahalı ürettiklerini, ucuza vererek destekledi kimilerini…

Sonuçta, sermaye birikimi oluşmaya başladı ama, çok cılızdı henüz. Daha hızlı bir kalkınma için, çok daha büyük bir sermaye birikimi gerekirdi.

Bunun için gerekli yöntem, 1950 sonrasında keşfedildi: Devlet eliyle enflasyon yaratmak. “Her mahallede bir milyoner yaratmak” için, bütün bir mahalle halkının satın alma gücünden bir bölümünü, çaktırmadan, o mahalledeki tek bir kişinin cebine aktarmak yani… Kimi iktisatçılar, enflasyonu, bir dolandırıcıya benzetirler. Nasıl ki dolandırıcı; önce şirinlik yaparak kazıklarsa insanı, enflasyon da devamlı arttırır, cebimize giren parayı. Satın alma gücümüzü hızla azaltarak elbette. Paramız çoğaldıkça, yoksulluğumuz da büyür.

Eksilen satın alma gücümüz, buharlaşıp yok olmaz elbette. Sayıları gittikçe azalırken, servetleri çoğalan kimilerinin cebine gider doğruca. “Hiç bir şey yoktan var olmaz, hiç bir şey yok olmaz” demiyor mu Lavasier…

Enflasyon; canavar değildi başlangıçta. Tam tersine, ekonomi canlanmış, geniş halk yığınları “göreceli” olarak yoksullaşsa bile, tüm ülkede, yaşam düzeyi yükselmişti. Yüksek koruma duvarlarından yararlansa ve montaj sanayii niteliğinde olsa da büyük bir sanayi sektörü oluşmuştu. Bu gelişmede, dünyadaki teknolojik gelişmenin payını da unutmamak gerek. Sadece ılımlı ve denetimli enflasyonun sonucu değil yani…

Sonra, iletişim teknolojisindeki gelişmeler, enflasyonun yarattığı tüketim eğilimini iyice azdırdı. Bir taraftan, talep enflasyonu patlarken, öte yandan sanayimiz, uluslararası rekabete zorlandı. Bunun için gerekli olan da daha az sayıda ama çok daha büyük kapitalistlerdir. Daha büyük sermaye birikimi, çok daha hızlı ve yüksek enflasyon gerektirirdi. Ardından petrol şoku, devalüasyonların pahalılaştırdığı ithalat ve politikanın yarattığı kara delikler. Enflasyon; ılımlı olmaktan da çıktı, denetimden de. O artık bir canavar. Onu devlet, bilerek isteyerek yarattı…

Günümüz enflasyonu, artık talep enflasyonu değil, maliyet enflasyonu. En çok da KİT zamlarıyla besleniyor.

Bu yüzden, memura-işçiye yapılacak zam, enflasyonu büyütmez. Para basarak ödense bile…

Eğer, tedavüldeki para miktarı, ekonominin gereksiniminden azsa, para basmak, enflasyonist etki yaratmaz çünkü.

Ekonomimizin gereksinim duyduğu para miktarını, hesaplamış olan varsa, buyursun açıklasın…

Gazete Ege, 16 Eylül 1996

Evet, Fabrikalar Kurulsun Ama Nereye?

Bilmeyenler için söylüyorum: Bir fabrika kurmak isterseniz, pek çok kuruluştan izin almanız gerekir. Kolaylıkla da alırsınız çoğu kez. bir de bizden izin almanız gerekir ardından. Bizden pek kolay alamazsınız gerekli izni.

Bürokratlığımızdan değil elbet. Fabrikaları biz de çok severiz. Fabrika demek, kalkınmak demek, işsizlere iş demek çünkü…

Bir sığır sürüsü, dolaşarak otlarken, oraya-buraya pisler. Tarlaya gübre olur pislikler. Doğaya zarar değil, yararlıdır yani.

1974 yılında güzelim Maliye Bakanlığını, hem de Hazine Genel Müdürlüğünü istifaen bırakıp, Karadeniz Bakır İşletmeleri’ne Genel müdür Yardımcısı olmuştum. Bu aptallığımın nedeni, daha çok çıkar değil, inançtı elbette. Karadeniz Bakır İşletmeleri, bugünlerde özelleştirilecek. Ben görev aldığımda zaten özeldi… Bizim kadro devletleştirdi ve millileştirdi. Batmaktaydı aksi halde…

Samsun İşletmesine ilk gittiğimde gözüme batan, koskocaman bir bacaydı; Topraktan çıkarılan bakırı, zehirli gazlarla birlikte havaya savuran. Dumanın ulaştığı güzelim Karadeniz yamaçlarında meğer Dünya’nm en nitelikli tütünleri yetişirmiş bir zamanlar. “Murgul’un bakırını, havaya savuracağımıza, toprak altında, çocuklarımıza bıraksaymışız ya, belki onlar işletmesini becerir” diye düşünmüştüm.

Daha sonra Murgul’a gittim. Hem de Hamsi Köy’den geçerek. “Yeşilin yeşili” Hamsi Köy’den, sütlaç da yiyerek geçtim. Murgul’u gören bilir; ormanlar içinde, bir kanserli bölge. Acaba, insan ciğerlerini nasıl etkiler, ormanları yok eden duman? Murgul insanları, elli yılı zor çıkartıyor…

Sanayileşelim elbet, fabrika demek, kalkınma demek, iş demek. Peki ama fabrikaların, Bursa’nm şeftali bahçelerinde, İzmit Körfesi’nin çilek tarlalarında, benim İzmir Körfezi’de işi ne? Bana “kuruluş yeri teorisinden” söz etmeyin, onu bilirim. Bunları ben bile bile söylerim…

Yıllarca ve yıllarca biz hep, bacaların tütmesini istedik: “Benim memleketimde fabrika bacaları tütüyor mu? Tütüyorsa mesele yok.”

Ancak şimdilerde sorun, bacaları tüttürmek değil, bacaları tüttürmeyen üretimi becerebilmek. Gelişmişler artık, fabrikalarını geri kalmışlara transfer ediyor…

Biz yine de sanayileşelim. Çünkü fabrika, kalkınma demek, iş demek…

Sanayileşmesine sanayileşelim de oraya, buraya, aklımıza estiğince kurmayalım fabrikalarımızı.

Bakanlığımın politikası, kesin zorunluluk olmadıkça, Küçük Sanayi Siteleri ve Organize Sanayi Bölgeleri dışında, fabrika kurulmasına izin vermemek yönündedir. Ola ki, bir içme suyu kaynağı veya değerli bir maden yatağı bulup da yanı başına bir işletme kurmak istiyor olmayasınız…

Bakanlığımızın bu politikasını biz, inanç ve kararlılıkla uyguluyoruz, uygulayacağız da…

Arıtması olan kuruluşlar, Organize Sanayi Bölgelerinden kaçınmaya çalışıyor. Arıtma var, canı isterse çalıştırıyor. Çünkü arıtma pahalı, doğayı kirletmek ucuz… Organize bölgelerde ise arıtmalar devamlı denetim altındadır ve çalışır.

Yanlış anlaşılmasın, sorun sadece çevre koruma değil; çevreyi kitletmese de fabrikalar, küçük sanayi Siteleri içinde, Organize Sanayi Bölgeleri içinde örgütlenmelidir, oralarda verimliliği artıran bir sinerji oluşuyor. Çevrelerinde uydu kentler de oluşacak. Al sana sağlıklı kentleşme. Doğru politika bu…

Fabrika, kalkınma demek, iş demek, yeter ki doğru yerde kurulsun…

Yeni Asır, 8 Şubat 1995